Renkler ölürken, şehirler ve kalpler taşlaşırken, her şey o kadar siyah beyazlaşırken -ki bu güzel- bir şeyler söylemek gerekti. Duvarlardan gelen sesler o kadar alçaktı ki, en az insanoğlu kadar alçak, sesleri duymak için gözlerimizi kısıp baştan aşağıya dikkat kesilmemiz lazımdı. Bunu bir süre yaptım; alnımdaki damarlar belirginleşinceye değin, düşünceler duvarları yumruklatacak kadar ağırlaşıncaya değin...
İnanabilecek bir şey kalmış olmalıydı bütün bu karanlığın, nefretin arasında. Bütün duygular çizgilerini kaybettiğinde bir tek aşk kalmıştı, hemen hemen herkesin yarasında. Kabuklarını koparıp atanlar, kabuklarından sıyrılanlar bu bilinçli ve tek taraflı işkence yöntemiyle hazzı tadarken, belki gece uyurken duymak istenebilecek birkaç dize ekleme ümidimdir benim, elinizde tuttuğunuz arka arkaya sıralanmış ağaç ölümleri. Salt güzel şeyler yok, kim bilir en fazla acıyla yoğrulmuş güzel şeyler......
"“Sırtımda bir yara, Hançere mi yaslanmışım günlerdir Yoksa omurgasız bir kadına mı? Ne farkları var ki Biri delip geçiyor diğeri gelip..""
Tüm düşlerin O'na çıktığı gecelerde susmak bile bazen kelimeleri kıyafetsiz bırakırken, her sözü O'na ithaf etmek, korkusuz bir sevda şövalyesinin değil acemi bir aşığın işidir. Kim ne derse desin aşk, onu az bilenin elinde güzeldir. Ancak o acemi aşık elinde zar zor tuttuğu aşkın bedelini, sevda şövalyesine arkasını döndüğü an soğuk bir hançerle öder. Damarlarında bir gezgin edasıyla dolaşıp geçtiği her yere iz bırakan ihanet, kalbe ulaştığında, o acemi aşık ilk aşk deneyimini kazanıp duygusuz bir şövalyeye dönüşür. İşte ben bu şövalyelerin düşlerine ayna tutuyorum. ...