"Affedersiniz, sanırım sizi tanıyorum." Yaşlı kadın gözkapakları düşmüş ela gözlerini Hayalcan'ın yüzüne dikti. "Sizi çıkaramadım, kendinizi tanıtmanızı istesem gücenir misiniz?" "Siz beni bugüne dek hiç görmediniz ama ben sizi çok iyi tanıyorum. Siz Pervin öğretmen değil misiniz? Adana'da bir dönem 29 Ekim İlkokulu'nda çalışmıştınız, öyle değil mi?" "Evet, ben Pervin öğretmenim. Nasıl oluyor da ben sizi hiç görmediğim halde siz beni tanıyorsunuz?" Bunları konuşurlarken ikisi birden apartmana girmişlerdi. Pervin, birinci katta olan evinin kapısına gelmişti. Otomatın düğmesine dokundu. Çantasından anahtarı çıkardı, ampulün ışığında oluşan gölgesiyle kararan kilidi görmek için yana çekilirken birden karartının tek olduğunun ayrımına vardı. Yanındaki adamın gölgesi yoktu. Elinde anahtar, öylece kalakaldı. "Senin gölgen yok" dedi hayret ve korku dolu bir sesle.
Sayfa: 344 Hamur: 2. hamur ISBN: 978-605-5618-32-2 Boyut: 13,5x21cm Baskı Tarihi: Kasım 2009 Özgün Dili: Türkçe
Kitabın İçinden YALÇIN VE HAYALCAN Depremde tabanı çatlamış, suyu kaçmış kuru bir göle dönmüştü beyni. Durgun kafasına bir yumruk attı yazar Yalçın. Tüm verimi üç romanla tükenmişti. Bugüne dek Hayalcan’ın egemenliğinde yazdığı romanları, oldukça olumsuz eleştiriler almıştı. Fazla fantastik, aşırı düşsel bulunmuştu. Beklentisini bulamamak birkaç yıl içinde yüreğindeki gücü kırmış, azmini sindirmişti. Şu sıralar, miskinliği öfkesiyle boğuşmaktaydı. Benim için yaşam yazmak ise, şu durgunluğumdan, hayır açıkça süreğen tembelliğimden sıyrılmalıyım diyerek masa başına oturmuştu. Bu kez eleştirileri göz ardı etmeyecekti. Yazacağı öykünün gerçeğe uygun olmasını istiyordu. Yaşamdan fışkıran güneş huzmesi gibi hem yakıcı hem yeşertici, hem de su damlacıklarında kırılıp gökkuşağı renkliliği oluşturan. Her yerde görülebilen, elle tutulacak kadar somut, öte yandan ha denince olamayacak gizemli bir konu arıyordu ama kafasının içi bomboştu. Gerçeklerden oluşan konular araştırıp yaşamı didikleme kararında direnirken, Hayalcan’ı önce gücendirmiş arkasından asileştirmişti. Hafife alındığı izlenimine kapılmıştı aymaz. Üstüne üstlük ortaya şöyle akıl çelici, alıp sürükleyici, ilginç bir konu da çıkaramıyordu. O gün yazar Yalçın, üzerine, buruşturulup atılmak korkusuyla tir tir titreyen savrulmuş kağıtlar; sayfaları arasına kibrit çöpleri konmuş, solumayı unutmuş kitaplar; ucu açılmış, açılmamış küskün kurşun kalemler; kırmızı, siyah, yeşil, beklemekten tükenmiş tükenmez kalemler serpilmiş masasına dirseklerini dayadı, ağarmış, uzamış, günlerdir taranmamış saçlı başını tokatlarcasına ellerinin arasına aldı. Tuttuğu, boş bir kurukafaydı sanki. Bir süre öyle durdu, sonra bir enerji kaynağı olmasını umarcasına, kaptığı kalemlerden birinin, kağıda hasret ucu ile beyninin bir yerlerine pusmuş Hayalcan’ı harekete geçirmek ister gibi kafasını bizikledi. Hayalcan hakkında düşündükleri, mırıltılar halinde ağzından dökülüyordu: “Hınzır, kim bilir nerelerde Bir süredir kaçıyor benden. Ne çağrıma kulak veriyor ne özürlerimi kabul ediyor. Ne de kırılganmış kibarım ‘Artık senin uydurmalarının dışında bir şeyler yazmak istiyorum,’ dememe kalmadı bir yerlere yumuldu, kayboldu. Oysa geçmişte, romanlarımı yazarken nasıl mutluyduk. Düzenlediklerimizi bir şekilde yaşardık. Kendi yarattığımız kahramanlarımızın mistik acılarıyla ağlar, uçuk kaçık mutluluklarıyla neşelenirdik. Şimdi ise bir kaya kadar sessiz. Uyuya mı kalıyor, yoksa kaçıp bir yerlerde mi geziyor bilmiyorum. Yaratıcılıkta eşsiz sanıyor kendini. Bulduğu o, havalarda kümeleşip hafif bir rüzgârla dağılan buğu buğu konularını beğenmiyorum diye küsme numarası yapıyor şımarık. Eğer… eğer, eğer, eğer… Ona şart koşacak durumda değilim. Gönlünü almaya gösterdiğim çabalarım direnişini kıramıyor. Umarsızlıktan kıvranıp ona el avuç açmamı, yalvarıp yakarmamı bekliyor ama bunu yapmayacağım, uçarı önerilerini kabullenme konusunda asla ödün vermeyeceğim. Bu kez benim istediğim doğrultuda davranacak.” Kararlı konuşsa da Hayalcan’ın yardımı olmadan yazamayacağını duyumsuyordu. İki arada bir derede kalmak içini çökertmekteydi. Bir yandan yeni konu bulma çabasıyla, diğer yandan Hayalcan’ı harekete geçirme uğraşıyla yorulmuştu. Başı birden, masaya dayalı, kasları pörsümeye yüz tutmuş kollarının üstüne düştü, kahverengi gözleri kapandı, uyuyakalmıştı. “Olacağı buydu,” dedi Hayalcan. “Ne yapacağını bilmezlikten uykuya sığınıyor. Kişiliğini cezalandırır gibi masa başlarında yatıp kalıyor. Kalkıp yatağına gitse ya Kendini acındırıp onunla barışacağımı sanıyor ama öyle yağma yok. Hele biraz daha çırpınıp çabalasın. Eminim, kıvrandıkça gözündeki değerim artacak, büyüyecektir.” Hayalcan son zamanlarda, yazar Yalçın’ın her uykuya daldığında başını alıp sokaklara kaçmayı alışkanlık haline getirmişti. Yerinden doğrulup kendine çekidüzen verirken, karşısında Hıfzıcan belirdi. Titrek ellerini bir dilekte bulunacak gibi ona uzatmıştı. Hayalcan onun ne diyeceğini biliyordu. Konuşmasına fırsat vermedi: “Yine mi sen Sakın aynı kof seçeneklerini ortalara dökme. Yalçın’ın, sararmış solmuş anı dosyasını özene bezene saklıyorsun. Onun içinden ilginç bir konu çıkabileceğini ısrarla öne sürüyorsun ama bizim salağın anıları arasında herkeste olmayan, özgün ne var ki” Hıfzıcan son zamanlarda bu böbürüğe iyiden iyiye içerler olmuştu. Yine de bir ürün oluşmasını istiyorsa yumuşak, barışçı konuşmanın daha verimli olacağına inanmaktaydı: “Sararmış dediğin sayfalarıma başvurmak Yalçın’ın aklına hiç gelmiyor. Oysa seninle birlik olup geçmişinden bazı olaylar bulur, bir seçenek olarak ona önerebiliriz. Unutma şimdinin modası bu: Anılar. Çocukluğuna gidecek, babasıyla annesiyle olan çatışmalarını anlatacak…” diye konuşurken Hayalcan onu tersledi: “Kes kes Sen de biliyorsun ki sayfalarında nelerin yazılı olduğunu milim milim, satır satır biliyorum ben.” Hıfzıcan aşağılayıcı gülümsemelerde: “Palavra sıkmayı bırak ” dedi. “Bilirim bilirim; öyle alaylı gülme. Bazı küçük ayrıntıları yitirmiş olsam da savımı sürdürüyorum. Söyle bana, onun çocukluğunda yaşadığı ilginç bir olay söyle. Yalçın’ın problemleri her çocuğun açmazlarının dışında mıydı?” Hıfzıcan düşünüyordu. Hayalcan haklı olabilirdi. Dosya sayfalarının hiçbir aşamasında öyle kazınarak yazılmış, silinmeyecek, ortalara döküldüğünde yakıp kavuracak veya şaşırtıp düşündürecek bir bölüm yoktu. Ama o bir yazardı. Kendi gençlik duygularından, mesleğinden, hastalıklı yıllarından veya tanıdıklarının serüvenlerinden bir ana tema bulup bunu imgelerle genişletebilirdi. Hayalcan, Hıfzıcan’ı horlayıcı, aşağılayıcı bakışlarla süzerek Yalçın’la ilgili konuşmasını sürdürüyordu: “Gençliğinde ise doğru dürüst şöyle hasretiyle yanıp tutuştuğu, acısıyla ölümlere battığı, sevinciyle deliye döndüğü bir aşkı mı oldu? Evlenmemiş, çocuğu olmamış… Arkadaşlıkları hep sıradan dostluklar. Meslek hayatı ise memleketi Adana’nın içi ve çevresinde bir de Ankara’da geçti. İnan bana, senin, gözünden bile sakındığın, cevher sandığın anıların hiçbiri doğru dürüst bir romana kaynak olamaz. İnsanlardan kaçan, kabuğuna kapanmış bu beyinden bensiz bir harf bile çıkmaz.” Hıfzıcan’ın kaşları çatıldı: “Yine havalarda uçmaya başladın. Kendini beğenmiş züppe seni Unutma ki evlenmeyişinin bir nedeni de hastalanmasıydı. Hastane anılarından bile pek çok gerçekçi yazı çıkarabilir ama sen bu adamı kendi egemenliğine almak istiyor, iznin olmadan ufak bir öykü yazabileceği olasılığına katlanamıyorsun.” Hayalcan omuz silkti. “Bana hakaret etmen gerçekleri değiştirir mi sanıyorsun? Çabalaman yararsız. Sen o silik, eprimiş anılardan, hastalığı dahil, asla ilginç bir olay bulup çıkaramazsın. Bunu sen kabul etmesen de o zaten biliyor. Mükemmele ulaşması ancak ve ancak benim gücümle mümkündür; bunu kafana sok.” Hıfzıcan altta kalamazdı. Bu yerini bilmez, şımarık ukalanın burnunu kırmak farz olmuştu. “Senin dümen suyunda yazdıklarının başarısını gördük,” diyerek onu can alıcı yerinden vurmak istedi. “O devirdeki okurlar, genişledikçe buğulanan, buğulandıkça doğurganlaşan ben Hayalcan’ın yaratıcılığındaki yüceliği kavrayamadılar. İnsanların hayal güçleri benimle örtüşemediyse, bu, onların darlığı, onların eksikliği… Ama Yalçın bunu göremedi, tepkilerin tek nedeni olarak beni suçlayıp dışladı. Ne oldu? İşte yine sonunda bensiz yapamayacağının ayrımında. Duymuyor musun, yana yana aranıyor, ortaya çıkayım diye yalvarıp yakarıyor. Ağlayıp yerlerde sürünse, yemeden içmeden kesilip orada burada uyuyakalsa da boşuna. Değerimi iyice kavramadan kesinlikle ona fikir vermeyeceğim.” Hıfzıcan alaylı bir kahkaha attı: “Sanki elle tutulur bir fikrin var da vermiyorsun Şöyle yiğitçe, bende iş kalmadı, saklanarak durumu kurtarmaya çalışıyorum, desene.” Hayalcan gerçeğin yüzüne vurulmasıyla önce şaşaladı sonra kendini toparlayıp dikleşti. “Bana iyi bak, iyi bak, dön bir daha bak Ben Hayalcan’ım. Kafamdaki esintilerin miktarına senin aklın ermez. Her istediğim an o esintileri, okuyucuyu alıp götürecek rüzgarlara dönüştürebilirim. Ben cıvıl cıvılım, oynak, devingenim. Göklere dek genişleyebilirim. Sen ise çerçeveni ne daraltabilir ne de genişletebilirsin. Çakılısın, donuksun. Hiçbir yere kıpırdayamazsın. Şimdi sokaklara çıkacak, ufkumun sonsuzluğunda gelişip yeşerecek yığınla tohum yakalayacağım. Sonra Yalçın’ın onları benden alabilmesi için ayaklarıma kapanmasını bekleyeceğim. Haydi yolumdan çekil, git silikliğine yana dur.” Hayalcan, yazar Yalçın’ın kulağından masaya oradan odanın ortasına atlarken Hıfzıcan arkasından bağırıyordu: “Seni laf anlamaz züppe seni Beni böylesi basite almandan nefret ediyorum. Umarım sonunda elime düşer, bana muhtaç olursun.” Hayalcan duymazdan geldi. Tasarladığı gezintiye çıkacaktı. Sokakları tarayacak, canlıyı cansızı inceleyecek, güzellikleri, çirkinlikleri; doğruları yanlışları ayırt ederek eğlenecekti. Hayalcan bunu hep yapardı. Bazen somut bir kişiliğe bürünür, bazı bazı da görünmeyen radyo dalgaları gibi havaya yayılarak gezerdi. Bu akşamüstü odanın ortasında durdu, filinta gibi bir genç adam olmak dileğiyle parmaklarını şaklattı. Kot pantolonu, düz mavi tişörtünün üstünde lacivertle gülkurusu kareli gömleği, spor ayakkabıları ile şık bir delikanlı olmuştu. Kişileştiğinde yüz hatları ve cinsiyeti değişmiyor, her seferinde aynı oluyordu. Değişebilseydi yüzünü daha çekici yapmayı çok isterdi. Uzun çenesi, çıkık elmacık kemikleriyle baş edemiyordu. Gözünün uçuk mavi rengini azıcık olsun koyultamıyordu. Yine de yaşlanmayışından hoşnuttu.