Hayaletler evinden çıkarken bir ses: "Aman ha, bu hayaletlere yüz vermeyin, sonra sizi bırakmazlar" diye bizi uyardı. Gülüp geçecektik ama çok geçmeden raylar üzerinde yürüyen arabamız birden biraz yan yattı ve yol boyunca uzanan aynada oğlumla benim aramıza koca bir hayaletin oturmuş bizimle birlikte çıkışa yöneldiğini gördük...
Mangalda pişen köftelerin kokususu alan bir kedi bize doğru yaklaşıyordu. Eşim onu "pişt" diye kovmak istedi. Hayvan bana mısın demedi. Oğlum, kedinin bizi anlamadığını söyledi. "Nasıl olur" dedim. "Bir kedi 'pist' dersen gider, 'pisi pisi' dersen gelir." Oğlum gülüyordu. "O halde 'pisi pisi'de bakalım gelecek mi." Hemen denedim. Parmaklarımı birbirine sürtüp "Gel pisi pisi" dedim. Koşup atlaması gereken kedi yerinden kımıldamadı bile. Meğerse kedileri çağırma, kovma sözcüklerinin de İngilizcesi varmış.
Sayfa: 208 Hamur: 2. hamur ISBN: 978-605-4177-02-8 Boyut: 14x21 cm Baskı Tarihi: Ocak 2008 Özgün Dili: Türkçe
Kitabın İçinden 6 Temmuz 1989 AMERİKA'NIN BAĞIMSIZLIK GÜNÜ
Amerika'ya vardığımızın ertesi günü 4 Temmuzdu. 4 Temmuz Amerika'nın Bağımsızlık Bayramı. Bizim Cumhuriyet Bayramımız gibi. Yalnız şu farkla: Biz önce savaştık, özgürlüğümüzü elde ettikten sonra Cumhuriyet'i kurduk. Amerikalılar ise 4 Temmuz 1776'da başkaldırdıkları ingilizlerle altı yıl daha savaşmışlar. Özgürlüğe kavuşunca başkaldırı gününü kurtuluşa başlangıç olarak seçmişler.
Her 4 Temmuzu şenliklerle kutluyorlar. Öğrendiğim kadarıyla bayramın belirli bir programı yokmuş. Törenler kentten kente değişiyormuş. Her kent kendi düzenlediği şenliklerle kutluyormuş Bağımsızlık Gününü. Biz de oğlumun evine yakın, olan El Cerito kentinin Kültür Merkezinde düzenlenen kutlamalara gittik. Tam söyledikleri gibiydi. Günün anlamına uygun, öyle hükümet temsilcilerinin katıldığı geçitler filan yapılmıyordu. Özgürlük konuşmaları, coşkulu marşlar söylenmiyordu. Panayır eğlenceleri gibiydi. Kültür Merkezinin önündeki sokakta yan yana, ufak ufak portatif stantlar dizilmişti. Hepsinde yiyecek satılıyordu. Taylan, Çin, Pakistan, Hint, Yunan, Mısır yemekleri yapan bölmeler... Türk yemekleri yapan bir yer aradı gözlerim. Yoktu. Değişik yemekleri tanımak isteğiyle Kore usulü et nasıl oluyormuş diyerek Güney Kore standından bir tabak yiyecek aldım. Karton tabak içinde et, yanında taze soğan parçaları, lahana ve pilav vardı. Çok pişmiş eti ben de sevmem ama bu et resmen çiğ denecek ölçüde az ateş görmüştü. Üstüne üstlük tatlıydı. Onu ısıramayınca, pembeleşinceye değin kızarmış, üzerine yağ ile sos dökülmüş soğana döndüm. Görünümü iç gıcıklıyordu. Hemen ağzıma attım. Amaı Tanrım Ne berbat tattı bu. "Bu nedir? Kesinlikle soğan değil," diy yarı şaşkın yarı tiksintili sordum. Oğlum soya filizi olduğunu söyle di. Fasulye filizi ha 'Bırakın zavallı filizleri büyüsün, gelişsin, mey vesini versin,' diye söylenerek bildik bir sebze olan lahanayı attın ağzıma. Onun da sosu öyle acıydı ki, 'Yandım Allah' diyerek içten sizce ağzımı açıp hohlamışım. Pilava sığınıp kaşığı daldırdım. Pila diye medet umduğum yemek ise sade suya haşlanmış tatsız tuzsu; pirinçti.
Yemeği lezzetsiz bulsam da bilgim artmıştı. Başka nerede fasulye filizi yiyebilirdim ki. Hem bu fasulye filizi sanki sihirliydi. Hayal dünyamı genişletmişti. Az ileride kapısında 'Türkiye' yazılı biı bölüm gördüm, içerdeki tezgâh başında siyah saçlarının üstüne geçirdiği uzun aşçı şapkası, bembeyaz önlüğü ile bir dönerci, dikin* bir ateş önünde dikine duran şişe geçirilmiş etleri döndürerek pişirmekte. Etler piştikçe uzun bıçağı ile ince ince kesip yanına yağıyla, tuzuyla, şehriyesiyle tane tane pişmiş iki kaşık pilav koyuyor. Bu dönercinin birkaç yardımcıya gereksinimi var. Çünkü herkes onun başında. Hem dönerin ilginç pişirilişini izliyorlar hem de lezzetli biı Türk yemeği yemeğe can atıyorlar, 'Bana da, bana da' diye ellerinde paralar yerlerinde duramıyorlar... Bir bağrışma ile sihir bozuldu, hayal uçtu. Caddenin ortasına büyük bir bez yayılmıştı. Ortasında biraz yüksek bir kürsüde bir palyaço bir şeyler anlatıyordu. Çevresine, örtünün üstüne çocuklar oturmuşlar, alabildiğine sesli gülüyorlardı. Kaldırımlarda oturan büyükler de mutlu gülümsemelerle onları izliyorlardı. Öte yanda ayaklarına direkler takarak üç metreye yükselmiş diğer palyaçolar ağır ağır gezinerek ortamı renklendiriyorlardı (Bkz. resim 1, resim 2). Tam o sırada uzaktan gelen bir tren gördüm. Ufacık bir lokomotif. "Düüüt, düüüt" diye öterek, içinde çocukların oturduğu kendi boyuna uygun vagonları çekiyordu. "Allah Allah Yolda ray yok bir şey yok, bu tren nasıl yürüyor?" diye düşünmeme kalmadı, torunlarım binmek istediklerinden tren önümüzde durdu. Bu trenin tekerlekleri lastiktendi. Otomobil lastiği gibi. Trenin lastik tekerlekli oluşu beni şaşırtmıştı ama böyle pratik bir buluş da hoşuma gitmişti. Torunlarım uzaklaşırken gerçek trenle başka kente gidiyorlarmış gibi arkalarından uzun uzun el salladım.
Tam o sırada yanımda bir aksırma duydum. "Hapşiyuuu" Doğrusu bunun gibi doğal seslerin her dili konuşan insanlar arasında ortak olduğunu, herkesin aynı şekilde öksürdüğünü, aynı seslerle aksı-rıp tıksırdığını sanırdım, ingiliz aksanıyla hapşırma ilgimi çekmişti. Dönüp baktım. Altmış küsur yaşlarında bir hanımdı. Torunlarını bayram eğlencesine getirmişti. Üstünde soluk bir tişört ile ayağında Amerikan bayrağı desenli bir şort vardı. Bayraktan şort yapılması sevgidendi elbet ama ben yine de bu giyinişi, şekliyle, yaşına göre-liğiyle yadırgadım. Sonra çevreme süratle göz gezdirdim. Yaşa göre olsun, bayram gibi mutlu bir güne göre olsun, giyimde uygunluk olmasına özen gösteren yoktu. Yaşlıların göz alıcı renkli, orta yaşlıların günlük bile olmayacak sıradan tişörtlüleri, yırtık pantolonluları gibi her çeşidinden giyinen vardı.
O akşam San Francisco'nun içinde havai fişek gösterisi yapılacakmış. El Cerito çevre kentlerden biri olup San Francisco'ya uzaktı. Evimizin önündeki sokak batıya doğru yokuş yukarı çıkıyor, sonra körfeze iniyordu. İşte hava kararır kararmaz bu yolun en yüksek yerinden San Francisco'daki havai fişek gösterisini izlemeye gittik. Gösteri yarım saat kadar sürdü. Torunlarım da, ben de gösteriyi çok beğendik. Havai fişekler küreler, kuyruklu yıldızlar, renk renk çiçekler şeklinde patlıyordu. Gösteriden sonra eve dönüyorduk ki oğlum coşkuyla bağırdı:-"Anne, gökyüzüne bak, aya bak" Baktığımda gözlerime inanamadım. Yeni ayın yani hilalin tam karşısında pırıl pırıl bir yıldız durmuyor muydu? Ne güzel bir rastlantıydı. Ay yıldızın tam da bugün bayrağımızdaki şekli oluşturması, bağımsızlığı karakter edinmiş ulusumdan Amerika bağımsızlık gününe bir kutlama mesajı gibiydi. Eve gelinceye dek gözümü gökyüzünden alamadım.