Genç kız, sevdiği delikanlıdan hırsların, kinlerin aralarına girmesi ile ayrılmak zorunda kalmıştı. Aşkını yıllarca taşıması aşkına mı, yoksa aşk duygusuna mı bağlılığındandı, ayırt edemiyordu. Aşkının akışında zincirlenip mahkûm olan genç kadını kurtarma çabası için önüne sürülen seçenek katlanabilir gelmişti ona. Aldatıldığında duyduğu acı, onu Gegepos'la buluşturdu. Gegepos bilge bir uyarıcı, bir yol gösterici, bir ışık tutucu mu? Darda kalanlara yardım eden bir kahraman mı? Zorlu bir yaşam süren genç kadına sevecen yaklaşımı, ona gösterdiği olaylar, sunduğu mucize niteliğindeki armağanlar erdemli bir özveri duygusundan mı? Gegepos gerçekten ulu biriyse yürekten vericiliği neden bir kişi ile sınırlı? Yoksa vericiliğine karşı istediği bir bedel mi var?
BASKISI YOK
Sayfa: 378 Hamur: 2. hamur ISBN: 978-605-127-336-5 Boyut: 14x21 cm Baskı Tarihi: Ekim 2011 Özgün Dili: Türkçe
Kitabın İçinden Demir bahçe kapısının açılırken çıkardığı gri şangırtıyla irkildi. Alışılmış gelme saati geçeli çok olmuştu. Gecikme uzadıkça umut çoğalmıştı. Kalbinin çarpıntısından elleri titriyor, dizleri çözülüyordu. Babası geçen hafta telefonda, birkaç güne varmaz yanında olur, demişti. Geniş omuzlu, dolgun karınlı, dimdik yürüyüşüyle geçtiği yere korkulu saygı basan babası, öç almaktan başka hiçbir yerde yalanın gerçeği küllemeye hakkı olmadığını savunan yumruk adam ona söz vermişti. Kalktı koşarak kapıya açtı. "Çok yoruldum, çok acıktım, yemekte ne var?" dedi kalın kaba bir ses. Hayır, duymak istediği, özlem duyduğu ses bu ses değildi. Yıllarca önce sanrısında olduğu, birkaç ay önceki demir bahçe kapısının açılırken çıkardığı kırmızı şangırtı çınladı kulağında. Köşkün kapı ziline dokundu ürkek, titrek parmak: "Çok yoruldum, çok acıktım. Yemekte ne var?" diyen ince çocuk sesi zilin sesine karışmıştı. Tırtıklı, kalın, kaba bu sese, salt müjdeli bir haberin yankısı olabileceği beklentisinden katlanıyordu. "Hani nerede? Bu akşam kesin getirirsin diyordum," dedi saf, süzük, özlü aramalarla. Tersledi kocası: "Yemekte ne var diye sordum duymadın mı?" Kadın bu umursuzluğun ötesinde yok sayıcı davranışla aksileşti. Kalınca, kızıl kahverengi, uzun kaşları çatıldı: "Ben de çocuğu neden getirmediğini sordum." "Hangi çocuğu?" Adamın şakası bile odun dokuluydu. Kocasının görüntüsü, sesi, gölgesi gün geçtikçe gözünde daha soymuklaşıyordu. "Hangi çocuk olduğunu çok iyi biliyorsun. Babamla anlaşmanıza göre evlendiğimizin en geç haftasına getirecektin. Oysa nerdeyse üç ay oluyor, hâlâ oyalıyorsun beni. İşin aslını söyle bana Deniz'i babam mı vermiyor, sen mi istemiyorsun?" "Sen de işin aslını söyle bana. O çocuk gerçekten arkadaşının mı?" "Elbette," dedi bal rengi gözlerini yuvar yuvar açıp kaşlarını kaldırarak güvenilmezliğe isyanlı bir yüzle. Adam kumral, kalın bıyıklarının altından şöyle böyle görünen alaylı bir gülümsemedeydi: "Hiç sanmıyorum. Bir kez kızlığın bozulmuş. Yıllarca yabancı ülkelerde kalmışsın. O veledi bir gavurdan senin peydahladığına değil de el kızının olduğuna hiç inanacağım gelmiyor." Güldane bir anlığına şaşırdı. Ekrem'in bugüne değin inanlı duruşu rol müydü? Sinirleri geriliyordu. Sert mi çıksa yoksa alttan mı alsa amacına daha iyi varırdı? Sürekli bunun kararsızlığında, gelgitler içinde bocalamaktandı gerginleşmesi. Öfkesini dizginleyememenin kuşkuyu besleyeceğini biliyordu ama bazı bazı elinde olmadan kaçırıyordu istencinin iplerini. "DNA testi diye bir olay var, senin gibi işletmede mastır yapmış biri bunu bilmiyor mu? Çocuğu getirdiğinde test yaptırırız. İçine inan girmesi için en iyi çıkar yol bu değil mi?" Adam biraz duraladı. Sonra karısına yanaştı, kolunu sırtından aşırıp elini diğer omzuna attı, kendine doğru çekiyordu: "Karıcığım ne yapacaksın kanı bozuk çocuğa kol kanat germeyi. Kendi çocuğumuz olur birlikte gönül rahatlığıyla büyütürüz." Sesindeki düzlük duygularındaki yapaylığı dışa vuruyordu. Kösnüsünün her kabarışında sevdacılık oyunu kurmaktaydı. Artık öğrenmişti Güldane. Bu onun karakteriydi. Alt benliğinin sesi, onur gibi, saygı gibi insanı hayvandan ayıran kavramları bastırıyor, unutturuyordu. Ondaki insansal duygular benliğin ilk çıkarcılığında siliniveren kalitesiz bir cila gibi yüzeyseldi. Yatağa götürebilme uğruna bildiğini sandığı, hatta inandığı kusurları, yalanları göz ardı etmesi, olayı kısa yoldan geçiştirmesi tiksindiriciydi. Aşka, sevgiye ihanetti. Saygının yüzü kararıyordu. Yapaylığın çürük yumurta kokusu yayıyordu. İğrençti. Güldane omzundaki koldan hafifçe sıyrıldı: " O çocuğu buraya, İngiltere'deki eski karından olan ve bu güne değin annesinin yanında yaşayan oğlun yalanıyla getireceğini vaat edip babamdan yüklüce para aldığını biliyorum." Bunu ilk kez dile getiriyordu. Kocasının şaşıp duruvereceğini sandı. Ekrem umursuzca gülümsedi: "Evet, baban çuval dolusu para verdi bana. Pek çok pürüzü parayla perdelemeyi kural edinen Gürlek İnşaat şirketinin muhterem Başkanı Halis Bey, kızını, üstüne para vererek bana sunmasıyla zihnimde bir pürüz düzleme şüphesi doğuracağını hiç düşünmedi mi?" "Açıklaması kolay. Rüşvete neden olan pürüz, Amerika'dan geldiğimizde babamın çevresindeki seçkin zevatın, çocuğu bana yakıştırmalarıyla çıkaracakları dedikodu olasılığıydı. Uydurulacak söylentiler beni hiç ırgalamazdı. Gerçekler, bazı yüreği karaların her olayda karalıklar aramalarıyla değişecek değildi ya Bunu kaç kez anlattım babama ama ağızları kapamak için ille de emanet çocukla beni kabullenecek biriyle evlendirmenin tek çıkar yol olduğunda diretti. En aç, en gözü doymaz birini arandı beni sepetleyecek. Bulduğu sendin." Ekrem karısının yüzüne sanki onu öven, yücelten sözler söylüyormuş gibi bakıyordu. Bu pişkinliğinin nedeni Güldane'yi bir an önce yatağa sürüklemek istemesiydi. Konuşmasını sürdürdü kadın: "Sen büyük bir özveride bulunuyormuşsun gibi bir de üstüne koşullar sıraladın. Hiç utanmadan benden, böyle kentten köyden uzak, orman içinde bir köşkte oturmaya razı olacağıma, aileme öyle zırt vırt değil de en erken iki ayda bir gideceğime, dışarıda çalışmayacağıma dair imza aldın. Ne var ki hepsi o çocuğun bu eve gelmesinin bedeliydi. Hani nerede? " "Beni şüphelere batıran da bu denli şarta, kayıta razı olman. Bir yaban sıpası, bir gavur piçi için kendini bu denli kısıtlamanın altında nasıl bir gerçek var? " Ellerinin titremesi arttı Güldane'nin. Kan basıncını denetlemeliydi. Savunmaya geçerse içinin rengi dışa yansıyabilirdi. "Bana kalsa öyle saçma bir anlaşmaya yanaşır mıydım sanıyorsun? Hepsi babamın zorlamasındandı," dedi. Sonra dudaklarına horlayıcı bir gülümseme yükledi: "Dindar geçiniyorsun sözde. Kuran'da emaneti iyi saklayın yazmıyor mu? Yetimleri koruyun demiyor mu? Deniz'i, annesinin ölürken bana emanet ettiğini sana kaç kez anlatacağım. Ölüm döşeğinde elimi tutmuş gözlerime bakarken benden onu asla yanımdan ayırmayacağıma dair söz almıştı. Ahde vefayı da mı bilmiyorsun?" Hep aynı yerden yakalamaya çalışıyordu beyni tek çizgide çalışan kocasını. Ne var ki çizgi o sandığı çizgi değildi? Adam göstermelik dindarlardandı. Dini, içgüdüsüne paravan olarak kullanmak isteyenlerden. Sesi tınaz gevşekliğine bürünmüştü: "Bak karıcığım akıllı ol. Oğlanın babasının trafik kazasında öldüğünü söylüyorsun ama bu sana arkadaşının dediği. Bakalım doğru mu? Ya günün birinde çıkar gelir de verin çocuğumu derse, ha ne yaparsın? Hatta seni, çocuğunu ondan izinsiz yurt dışına çıkardığın için çocuk kaçırmakla suçlayabilir." "Anlatılanları anlamıyorsun diyemeyeceğim senin gibi mevki sahibi birine. Sanırım dinlemiyorsun. Onlar evlenirken düğünlerindeydim. Kocası öldüğünde Liz altı aylık hamileydi. Bu çocuk aynı Peygamberimiz gibi saçı bitmedik yetim." Ekrem bir kahkaha attı. "Gâvur ülkesinde okuyup islâmı da ne iyi bellemişsin maşallah Dünyada saçı bitmedik yetim olarak doğan sürüyle hırsız, uğursuz var. Öyle doğmak kişiyi arındırmaz anladın mı?" Sonunda kuşkuları silememenin acizliğinden, gizlerin bir ucundan aralanması kaygısından kabaran korkulu öfkesiyle Güldane'nin gözpınarları doldu. Çenesi titreyen organlarına katıldı. Buğulanmış gözleri, aralanan dudaklarıyla yüzü yoğun şekilde duygu uyarıcıydı. Ekrem dayanamadı, sarıldı ona: "Üzülme, yarın babana gidecek, artık çocuğu vermesini söyleyeceğim. Sana söz veriyorum. Garibim Türkçe de bilmiyordur. Çevresindeki kişilerden kim bilir nasıl ürküyordur. Söylediklerime kulak asma. Hepsi sana biraz takılmak içindi. Öksüz bir çocuğu çatımın altında barındırmak benim de hoşuma gider." Sevdalılık oyunu yine başlamıştı. Tutkuyla sarılan kolu, avutucu dili avını hedeflediği tuzağa düşürmede kullandığı birer araçtı. Hem konuşuyor hem de yatak odasına doğru götürüyordu onu. Yemeği unutmuştu. Her zamanki gibi kadının arzularını sormadı bile. Yatağa atması ile üstüne çullanması çok hızlı oldu. Kalkıp duş almaya giderken: "Yemeği hazırla, çok açım," diye buyurdu en başa dönerek. Sofradaki adam o alttan alan, yumuşak konuşan kişi değildi: "Sen makarnadan başka bir şey bilmez misin? Kocama değişik bir yemek yapayım diye uğraşmayı, çabalamayı hiç mi düşünmüyorsun? Üstüne para alsam da seninle evlenerek tam anlamıyla kazıklandım. Bari bir çorba kaynataydın. Üç aydır hâlâ evli bir kadına benzeyemedin." Güldane döndü baktı ona. Şaka mı yapıyordu. Hayır, çok ciddiydi. Masaya yumruğunu indirip gitti giyindi. Kapıyı çarpıp, çıktı.