"Organik tarımdan, organik hayattan hormonlu hayata, omurgalı insanlardan özü ile sözü bir olmayan omurgasız insanların dönemine geçtik. Organik aşklar masal oldu, samimi ve sıcak gönüller kayboldu. Her şey sahte, her şey yapay... Boşa vakit kaybedip insanca hayatı ve geçmişi özleyerek meçhule doğru koşuyorum. Henüz aradıklarımı bulamadım ama, hâlâ bulma ümidimi taşıyorum. Bulduğumda, ilk işim sizlerle paylaşmak olacak. Elbette benden önce bulanınız olursa, siz de benimle paylaşın."
Ataner Orkunoğlu’nun Organik Aşk, Omurgalı Hayat adlı kitabı, yarı biyografik bir hikaye içinde, aşk, sanallık, modernleşme, yozlaşma ve menfaat gibi kavramları cesurca ve sözünü sakınmadan masaya yatırıyor.
BASKISI YOK
Sayfa: 240 Hamur: 2. hamur ISBN: 978-605-127-401-0 Boyut: 13,5x21 cm Baskı Tarihi: Şubat 2012 Özgün Dili: Türkçe
Kitabın İçinden NEREDEN NEREYE GELDİK…
Dürüst ve namuslu yaşamak için dünyaya gelen bir insanın hayatı benim yazacaklarım… Organik bir dünyaya gelip, bu dünyada varlığını bozulmadan, sağlıklı ve mutlu bir biçimde varlığını sürdürmek isteyen bir insanın satırları bunlar… Sağlığı ve mutluluğu ailesine, çevresine, vatanına, milletine ve insanlığa yansıtmak için dünyaya geldiğine inanan bir insanın satırları… İnsan doğar, yaşar ve ölür… Doğumla ölüm arasındaki sürede insan nasıl yaşamalı, yaşamın gerçek anlamı nedir? Bu sorunun cevabını arayan bir beynin, bir gönlün, bir yüreğin çılgın çırpınışları bunlar… Öyle değişti ki zaman, insanlar kendi özgürlüğünü, duygularını ve düşüncelerini yaşayamaz oldu… Yönetilerek yaşıyoruz. Alışagelmişliğin dışında insanın omurgalı olduğunu unutarak, hayattan beklentilerimizin çoğunu gerçekleştirmeden yaşıyoruz. Tüm insanların namuslu, dürüst ve mert olduğunu düşünüyoruz. Yine insanların, organik gıdalarla beslenip sağlıklı olduğunu zannediyoruz. Halbuki milyonlarca mutsuz ve huzursuz insan var. Yalanlarla dolu hayatın yalnızca nefes almak, gezmek, yemek, içmek giyinmek ve eğlenmekten ibaret olduğunu düşünen insanlar. Gerçek hayat bu değil. Ben kendi hayatımı, yaşadıklarımı, aşklarımı yazarak insanlara yararlı olmak istiyorum. Organik tarım denen sağlıklı beslenmeden önce, yalandan ve riyadan uzak, organik bir aşka ve yaşama geçmek, onu yetiştirip, geliştirip insanlara sunmak istiyorum. İnsan tanımında ne varsa onu gerçekleştirmek istiyorum. Bunları ben tek başıma yapamam. İnsanoğlu kendi organik yaşantısını kendi eliyle, ailesiyle, çevresiyle ve sevgisiyle oluşturmalıdır. Hiç aramamamız lazım aslında, doğamızda, yaratılışımızda var zaten. Mutsuzluklar, yalanlar ve namussuzluklarla dolu bu dünyada sağlıklı beslenmeyi değil, sağlıklı ve mutlu yaşamayı tercih ederim. Zaten bunlara sahip olan insan sağlıklı ve uzun yaşar. Şu anki dünya düzeninde kaç mutlu insan tanıyorsunuz, söyleyebilir misiniz? Her tarafımız negatif olaylarla dolu, öyle değil mi? Pozitif olaylar o kadar az ki. İnsan sağlığında en önemli unsurlardan biri mutlu yaşamak, yaşatmak. Bu kadar olumsuzluğu ve mutsuzluğu, en iyi organik besinleri alsan giderebilir misin? Mutsuz ve kalitesiz yaşam stres yapar ve insan hayatını bitirir. Onun içindir ki, insanlar organik hayatın içinde, seçeceği eş de organik aşkı bulmak zorunda. Benim hayat tercihim de, organik aşk ve omurgalı hayattan yana…
MISIRLAR SARARINCA,KARLAR YAĞINCA
Annem, “mısırlar sararınca”, babaannem “kar yağınca doğmuştun” diyor. 01 Ocak 1965 kafa kağıdımda yazan doğum tarihim. Babama göre ise, -öğretmen olduğundan dolayı güveniyorum- 27 Ocak 1965 tarihinde Kars’ın Halefoğlu köyünde dünyaya gelmişim. Annem hacı, köyün ağasının kızı. Babam orada öğretmen. Annem babamın öğrencisi. Babam anneme göz koymuş. Annem on iki yaşında, babam on altı buçuktan on yedi. Bak sen ya çapkın babama. Tek okulda, tek öğretmen. Teyzemlerle dayım da aynı sınıfta. Bir süre sonra ağa dedem durumu fark etmiş, annemi okuldan almış. Çapkın da, teyzemler aracılığıyla haberleşiyor, yazışıyormuş annemle. Bir zaman sonra karlar eriyince, babamın Halefoğlu köyüne çıkmış tayini. Annem on üç yaşında. Çok uzaktan da akrabalar. Annemi istiyorlar, evleniyorlar. Sonra ilk torun, ilk yeğen olarak ben dünyaya geliyorum. Köyümüzün halkı hayvancılıkla uğraşıyor. Kar yağınca altı yedi ay yerden kalkmayan, zor hayat şartlarının yaşandığı, yakacak olarak tezeğin kullanıldığı bir köy. İnsanları son derece saf, doğal ve organik süt, yağ ve etle besleniyor. Ulaşımın faytonlarla sağlandığı, kaşkayla eşya taşınan bu köyde yaşantı zor mu zor. O zaman her öğretmenin hayali farklıydı. Ufku dar olanların hayali köyde kalıp para biriktirmekti. Ufku geniş olayların hayali ise bu zor iklim ve hayat şartlarından kurtulup daha rahat ve verimli çalışma imkanları bulacağı ve çocuğunu daha iyi ortamlarda okutacağı şehirlerde öğretmenlik yapmaktı. Köylerde çok az öğrenciyle eğitim devam ediyordu. Diğer çevre köylerden de bu zor şartlarda genellikle erkek çocukları geliyordu. Çocukların çoğuna aile geçimine katkısı olsun diye çobanlık yaptırılıyordu ve bunlar okula gönderilmiyordu. Bunun için de devletin hiçbir yaptırımı uygulanamıyordu. Sanki ileride bunlar okuyunca devletin başına bela olacakmış gibi bir düşünce vardı. Sanki cahil kalmalarını sağlamak, devleti yönetenlerin işine geliyor gibiydi. Halbuki okusalar, çocuklarını okutsalar, kültürlü, eğitimli bir toplum yaratsalar bugün çektiğimiz sıkıntıların çoğunu çekmeyecektik. Bu arada babamın da tayini İstanbul’un Şile ilçesinde Teke köyüne çıktı. Aman Allahım, köy denize yakın, yeşillikler içerisinde. Her türlü imkanın olduğu bir yer. İki yorgan, bir battaniye ile Teke köyüne gelip lojmana yerleştik. Bu sırada kardeşim Ayhan dünyaya gelmişti. Onunla göç ettik. Yeşilliklerin içerisinde, şimdi moda olan her yiyeceği bulabiliyorduk. Organik tarım, besicilik, tavukçuluk yapılıyordu. Balık da var ama kimse balık yemiyordu. Tavuğun kanadının dahi atıldığı bir yerdeydik. Çok mu çok mutluyduk. İmeceyi orada gördüm, öğrendim. Hem de her şeyiyle uygulayarak. Köylüler öğretmene müthiş sevgi ve saygı duyuyorlardı. Karakol komutanı ve öğretmen köyün her şeyiydi. İlkokula orada başladım. Öğretmen yok. İki sınıf birleşik okutuluyoruz. Başarılı, çalışkan bir öğrenciyim. Misket oynayarak, gazoz kapağının içine çamur koyup madalya yaparak, çelik çomak, saklambaç oynayarak günlerimizi geçiriyoruz. Hiç oyuncağım olmadı, oyuncakla oynamak nedir bilmezdim. Ta ki Ankara’ya, amcamın yanına gidene kadar. Onun bir arkadaşının bana küçük bir oyuncak araba vermesi ile oyuncakla tanıştım. O zaman ne kadar mutlu olduğumu anlatamam. Kırk altı yaşındayım, hala o gün, dün gibi aklımda. Tek bildiğim oyuncak, annemin bezin içini doldurup top haline getirdiği şampiyonlar ligi topu. Onunla oynar, kardeşimi kandırır, hep kaleye geçirir ve bol bol gol atardım. Bu benim en büyük zevkimdi. Annem hamile, yine yaz tatili için kara trenle memleketimiz Kars’a, ailemizin yanına gidiyoruz. Elektrik direklerini sayarak, Tommiks, Teksas hikayesini beş-altı kere tekrar tekrar okuyarak… Çünkü babam birer tane almıştı. Rötarlı olarak üç günde memleketimize vardık. Karşılama ağlamayla başladı, saatlerce sarılıp hasret giderme ve öpüşmeyle geçti. Kardeşim Ender orada dünyaya geldi. Yeşil gözlü, sarışın, acayip güzel bir çocuk. Sanki prematüre doğan o değilmiş gibi, gün geçtikçe gelişiyor, büyüyordu. Doğruyu söylemek gerekirse herkes “ölür bu çocuk” diyordu. Şimdi görmeyin, yüz elli kilo.