“O, Kendisinden isteyebileceğiniz her şeyi size verdi. Allah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür.”( İbrahim Suresi/34)
Bir an için doğuştan görme engelli bir kişi olduğunuzu varsayın. Bir sabah uyanıp gözkapaklarınızı açtığınızda artık görebildiğinizi fark ediyorsunuz. O ana kadar nasıl şeyler olduğu hakkında en ufak bir fikrinizin bile olmadığı objeleri, bitkileri, hayvanları rahatlıkla görebiliyorsunuz. Doğal olarak, böylesine harikulade güzelliklere gözlerini ilk kez açan bir insan gördüğü şeyler karşısında büyülenir. Bunları tasvir edecek kelimeler bulamaz ve uzun süre kendine gelemez.
Şimdi de kendinize şu soruları sorunuz;
• Her an içinde yaşadığım, nimetlerinden faydalandığım ve alışkanlıktan dolayı bana sıradan gelen bu muhteşem kâinat hakkında yeterince tefekkür ediyor muyum?
• “Kulluk” ve “ibadet” kavramları benim için ne ifade ediyor?
• Her nefes alış verişimin aslında bir dua olduğunu ve bu duamın Yüce Yaratıcı tarafından kabul edilmesi sayesinde nefes alabildiğimi hiç düşünüyor muyum?
• Yaratıcı tarafından bana sunulan maddi-manevi nimetlerin şükrünü hakkıyla eda edebiliyor muyum?
Bu kitap sizi bir yolculuğa davet ediyor. Sayfalar arasında gezinirken günlük hayatın koşuşturması içinde sıradanlaştırdığımız mükemmelliklere olan farkındalığınız artacak. Çevrenize, dünyaya ve kâinata başka bir gözle bakma ihtiyacı hissedeceksiniz.
Sayfa: 154 Hamur: 2. hamur ISBN: 978-605-127-366-2 Boyut: 14x21 cm Baskı Tarihi: Aralık 2011 Özgün Dili: Türkçe
Kitabın İçinden NİÇİN ŞÜKRETMELİYİZ?
Zerreden Tüm Kâinat’a Her Şey İnsan İçin
Dünyamızın da içinde bulunduğu ve bir Büyük Patlama ile “İlk Atom” içindeki son derece büyük bir enerjinin açığa çıkması sonucu oluştuğu kabul edilen kainatın muhteşem bir sanat eseri olduğu pozitivist-determinist bilim insanları tarafından dahi kabul edilen bir gerçektir. Bu sonsuz kâinat sahnesinde ancak bir nokta kadar yer kaplayan dünyamız da baktığında, gerçekten görmek isteyenler için sonsuz güzellik, çeşitlilik ve mucizelerle doludur. Günlük hayat koşuşturmamız içinde bize sıradan gözüken doğa olayları, canlı ve cansız varlıkların her biri, aslında çok hassas dengeler üzerine ince nakışlarla bezenmiş, eşsiz birer sanat eseridir. Gerçek gözle bakıldığında, insanı hayretlere düşürecek olan tüm bu sanat eserleri, Kerem sahibi Yüce Yaratıcımız tarafından insanoğlunun hizmetine sunulmuştur. Dünyamız uzay denizinde kendisi için belirlenmiş olan yörüngesinden ve hızından bir an bile sapmadan, güneş sistemi ile birlikte hareket etmektedir. Bu sistemde öylesine hassas dengeler vardır ki binlerce domino taşından oluşan bir sistemden sadece bir taşı çektiğimizde nasıl tüm sistem bozuluyorsa, kâinatta da ayarlanmış hassas dengelerden en ufak bir kısmının çıkartıldığını düşünsek insanoğlunun yaşam koşulları yok olma seviyesine gelir. Başka bir deyişle, Yüce Yaratıcımız bu kâinattan ilgisini, alakasını bir an için bile kesse her şey altüst olur.
Şimdi kâinattaki olmazsa olmaz hassas dengelere bazı örnekler verelim:
• “Evreni oluşturan patlama biraz daha şiddetli olsaydı, evrendeki tüm madde dağılırdı; eğer patlama biraz daha yavaş olsaydı, bütün madde hemen kapanacaktı. Her iki durumda da ne galaksiler, ne yıldızlar, ne dünyamız, ne de canlılar oluşurdu.
• Evreni meydana getiren patlama anında eğer daha fazla madde olsaydı evren hemen kapanacaktı. Eğer patlama anında madde daha az olsaydı patlama galaksileri oluşturmadan maddeyi dağıtabilirdi. Görülüyor ki Evreni oluşturan Büyük Patlama, hem şiddeti, hem madde oranı, hem de bunların birbirine göre düzenlenmesiyle Yaratıcımızın bize bir lütfüdür.
• Evrende canlılığın oluşabilmesi için proton, nötron ve elektronların kendi anti-maddelerinden daha fazla olmaları gerektiği gibi, birbirlerine göre belirlenmiş oranlarda yaratılmış olmaları da gerekmektedir. Bu da canlılığın devamı bir şartıdır.
• Güçlü nükleer kuvvet çekirdekteki proton ve nötronları bir arada tutar. Bu kuvvet biraz daha zayıf olsaydı, hidrojen dışında hiçbir atom, dolayısıyla canlılık oluşamazdı.
• Canlılığın oluşabilmesi için yıldızlar arası mesafe belli bir büyüklükte olmalıdır. Eğer yıldızlar birbirlerine daha yakın olsaydı çekim gücünün fazlalığı gezegenlerin yörüngelerini bozacaktı. Eğer yıldızlar birbirlerine daha uzak olsaydı süpernovalar tarafından evrene saçılan ağır atomlar çok geniş bir alana yayılacaktı ve yaşam için gerekli atomlar yeterli düzeyde olamayacaktı.
• Dünya’mızda canlılığın oluşabilmesi için galaksimizin belli oranda maddeye sahip olması gerekmektedir. Eğer madde oranı fazla olsaydı Güneş’in yörüngesi değişirdi. Eğer daha az madde olsaydı, Güneş’imiz gibi yeterli zaman yaşayacak bir yıldızın var olması mümkün olmayacaktı. Ayrıca galaksimizin büyüklüğü, şekli ve başka galaksilere uzaklığı da canlılığın oluşması için çok önemlidir.
• Jüpiter gezegeninin büyüklüğü ve mesafesi de Dünya’mızdaki canlılığı mümkün kılan koşullardan biridir. Eğer Jüpiter şu andaki yerinde ve büyüklüğünde olmasaydı, Dünya’mız meteor yağmurlarına karşı bu kadar güvenli olmazdı. Ayrıca mevcut yörüngemiz de değişirdi. Bu iki durum da canlılık için ayarlanmış çok özel koşulları bozardı.
• Dünya’mız, Güneş’e daha uzak olsaydı, yaşama olanak tanımayan bir soğuk ve buzullarla karşı karşıya kalırdık. Eğer Güneş’e daha yakın olsaydık yeryüzündeki su buharlaşır ve yaşam mümkün olmazdı.
• Dünya’mızın çekimi daha fazla olsaydı, amonyak ve metan oranının artması gibi durumlar yeryüzünün canlılığa elverişli bir ortam olmasını engellerdi. Eğer Dünya’mızın çekimi daha az olsaydı atmosfer çok su kaybeder ve canlılık için elverişli ortam kalmazdı.
• Suyun reaksiyon kabiliyeti de canlılığın diğer şartlarından biridir. Su ne bazı asitler gibi parçalayıcı özellikler gösterir, ne de argon gibi hiçbir reaksiyona girmeden durur. Suyun akışkanlık değeri, suyun katı halinin sıvı halinden daha hafif olması da yeryüzündeki canlılığa büyük katkıda bulunur.”
Allah’ın kâinatı ne kadar hassas dengeler üzerine yarattığına dair bunlardan başka milyonlarca daha örnek sıralamak mümkün. Ancak, bu kadarı bile Rabbimizin sanatındaki kusursuzluğu gözler önüne sermek için yeterlidir. Böylesine dengeleri çok ince hesaplarla kurup, yeryüzünü insanoğlunun yaşamasına elverişli bir hale getiren Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Kâinatın tamamını oluşturan atomik parçacıkların her biri arasındaki sıkı ilişkilerde öylesine harika bir nizam vardır ki artık (önyargısız) bilim insanlarının da kabul ettiği üzere burada tesadüflere yer yoktur. Bir zerrenin yapısı tüm kâinatın yapısından daha az karmaşık ve daha az mükemmel değildir. Her şey, her zaman ve mekân boyutunda olması gerektiği gibi olmuş ve canlı cansız her varlık insanoğluna hizmet edecek şekilde tasarlanmıştır. “Maddede sürekli bir dönüşüm hali vardır. Nehirler kayalara, kayalar toprağa, toprak bitkilere, bitkiler hayvanlara ve hepsi birlikte insana dönüşür tarzda bir işleyiş söz konusudur.” Öyle ki, bir sodyum elementini işaretleyerek takip etme imkânımız olsa, bu elementin belirli bir süre içinde tüm dünyayı dolaştığını görebiliriz. Tüm minareler, sürekli olarak yer değiştirmekte ve bunları oluşturan zerrelerde de süratli bir şekilde değişimler, bir halden başka bir hale geçişler gözlemlenmektedir. Şu anda karşımızda sabitmiş gibi gördüğümüz masanın, sandalyenin, arabamızın, evimizin arka planındaki gerçek budur. Bugün bir bitkide bulunan mineraller yarın bir hayvanın bedenine ve oradan da bir insan bedenine geçebilmektedir. Her şey her şey ile ilintilidir. Bir tozun havada uçuşması, bir kuş tüyünün rüzgârla savruluşu gibi sıradan gözüken olaylar bile derinlemesine incelendiğinde ciltler dolusu kitaplara kaynak teşkil edebilirler. Modern bilim Kelebek Etkisi adlı bir tabirle çok küçük olayların çok büyük olaylara yol açabileceği gerçeğini gündeme getirmiştir. Kâinatta, yaklaşık olarak beş yüz milyon yıldız kümesi ve her kümede ortalama yüz milyar yıldız olduğu tahmin edilmektedir. Sonsuz kâinat içinde, 510 milyon km2’lik karasal, 361 milyon km2’lik sularla kaplı alana kaplı bu yerkürede bir nokta kadar bile yer kaplamıyoruz. Düşüncesi bile insanı ürperten bu gerçek karşısında, okumak isteyenler için kâinat kitabının her sayfasında, her satırında, her kelimesinde, noktasından virgülüne Allah’ın birliğine ve sıfatlarına şahitlik eden mühürler vardır. Marifetullah (Allah’ı bilme ve tanıma), Muhabbetullah (kullarını çok seven Allah’ı sevme) ve ibadet için yaratılmış olan ve kendisine sonsuz nimetler verilmiş olan insanoğlunun bu asli görevini unutarak geçici dünya zevklerine dalması ne büyük bir dalalet, gaflet ve nankörlüktür Mikro kozmostan makro kozmosa yaratılmış her zerre görevini ifa ederken insanoğlunun yan gelip sefa sürmesi elbette karşılıksız kalmayacaktır. Allah-u Teala, Yüce Kitabında bu gerçeği, “İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır?” ayetiyle ifade etmektedir. Tüm bu gerçekler göz önüne alındığında, “ İnsan gerçekten Rabbine karşı pek nankördür.” sonucunu çıkartmak son derece yerinde olur. Böylesine hassas dengelerle ayarlanmış, eşsiz güzelliklerle donatılmış ve süslenmiş bu harikulade dünya sarayına, sadece imtihan için geçici bir süreliğine geldiğimizi ve gerçek dünyanın (ahiret) ancak bu geçici meydanda yapacağımız olumlu, hayırlı ameller ile kazanılabileceği gerçeğini unutarak sanki hiç ölmeyecekmişiz gibi sadece geçici maddi dünya zevklerimizi tatmin için çalışmamız elbette bir cezayı gerektirir? “Göklerde ve yerde olanların hepsi, mülkün sahibi, eksiklikten münezzeh, aziz ve hakim olan Allah’ı tesbih eder.” gerçeğinin ışığı altında kainatta, bizim için yaratılmış her bir zerre görevlerini eksiksiz yerine getirip hal dilleriyle Allah’ı zikrederek, adeta “Bismillah” derken biz kulların sorumluluğumuzu unutup zevk-ü sefa içine dalmamız hoş karşılanamaz. Soframıza nimet olarak gelen bir elmanın oluşabilmesi için tüm kâinat çok hassas çalışan bir fabrika gibi seferber olur. Güneş, rüzgâr, yağmur, toprak bir arada, el birliğiyle, bıkmadan usanmadan, hiç bir karşılık beklemeden bizim o elmayı mideye indirebilmemiz için çalışırlar. O elma çekirdeğinin büyüyüp olgunlaşarak bir elma haline gelebilmesi, bugün bilgisayarlar ile bile kavranması zor olan son derece hassas ve birbirine bağlı kanunların aynı amaç(elmanın olgunlaşması) için çalışmasına bağlıdır. Güneş, rüzgâr, hava, yağmur, toprak hepside kendilerine yüklenen görevi, gerektiği şekil ve zamanda eksiksiz yerine getirerek, elbirliğiyle, elmayı bizlerin damak zevkine uygun hale getirirler. Bu kanunların (birlikte) çalışmasındaki en ufak bir aksaklık bile elmanın oluşumunu imkânsız kılar. Dolayısıyla, bu meyvenin oluşumunda rol oynayan hiçbir kanun, “bana ne insanın elma yemesinden, görevimi yapmayacağım” demez ve işlevini eksiksiz yerine getirir. Elmanın içerdiği vitaminler sağlığımıza büyük fayda sağlarken, lezzeti damak zevkimize, renkli görüntüsü göz zevkimize, hoş kokusu ise burun zevkimize hitap eder. Tek yapmamız gereken şey o elmayı dalından koparıp yemektir. O elmanın yiyebileceğimiz hale gelinceye kadar geçirdiği serüveni, aşamaları hiç düşünmeyiz. Peki, hiç kendimize soruyor muyuz; Bizim damak zevkimiz, sağlığımız için yaratılmış bir elmayı oluşturan tüm kanunlar ve zerreler sorumluluklarını eksiksiz yerine getirip çalışırken, ben onlar kadar olabiliyor muyum? Bu elmanın şükrünü hakkıyla eda edebiliyor muyum? Sonuç olarak, “Bütün mevcudat hayata bakar, hayata hizmet eder, hayatın levazımatını yetiştirir.” Kâinat bütün heyetiyle insana hizmet ediyor denilse doğrudur. Portakalı dalından koparır yeriz. Koyun, keçi, inek gibi hayvanların etlerinden, sütlerinden, derilerinden ve güçlerinden faydalanırız.. Güneşin ısısından, rüzgârın gücünden, yağmurun suyundan, ağacın gölgesinden, denizin nimetlerinden istifade ederiz. Hiç biri de bize itiraz edip “benden faydalanamazsın” demezler. Öyleyse bizler de niçin yaratıldığımızı, asli görevimizi unutmamalı ve bu geçici dünya hayatını baş tacı yaparak ahiret yurdunu görmezden gelmemeliyiz. Aksi takdirde, bizden daha alt seviyede olan nebatat, hayvanat ve cansız varlıklar, her zerresiyle Allah’ın kendilerine verdiği görevi kusursuz yerine getirirken, Rabbimizin, dünyada halife olma şerefini bahşettiği biz insanlar kulluk görevimizi unutarak zevk-i sefaya dalarsak, maruz kalacağımız cezadan hiç ama hiç şikâyetçi olmaya hakkımız yoktur.