Büyük bir kasabayı ve etrafındaki ufak köyleri çevreleyen, sonsuzluğa uzanan kızgın kumlar, öfkeli fırtınalar... Dünyanın karmaşasında başıboş kalan, zalimliğin en acımasızının yaşandığı topraklar... Bu romanda insanların boyunduruktan kurtulma mücadeleleri, kötülüklere karşı kenetlenmeleri, farklı yaşantılara sahip olan insanların bir arada yaşayabilme çabaları, intikamla dolu yüreklerde başlayan aşk kıvılcımı anlatılıyor.
“Haklı olduğunu bildikten sonra korkmaya gerek yok. Senin hakkını aramaya gücün yetmese bile, hak seni er geç bulur. Kimsenin yaptıkları cezasız kalmaz. En büyük ceza da insanın vicdanının verdiğidir. Eğer doğru olmazsan kendine saygı duymazsın, kendini suçlarsın ve bu suçluluk duygusu seni yer bitirir. Ben bunu yapanın şu anda vicdanıyla hesaplaştığından eminim. İnşallah kendisini affedecek bir karara varır.”
Sayfa: 139 Hamur: 2. hamur ISBN: 978-605-127-345-7 Boyut: 12,5x19,5cm Baskı Tarihi: Kasım 2011 Özgün Dili: Türkçe
Kitabın İçinden 4 gün öncesi
Cabir evinin önündeki ağaçların altında her zamanki gibi derin düşüncelere dalmış bir şekilde oturuyordu. Bu ağaçları çocukları doğduğunda dikmişti ve şimdi hepsi uzamış, serpilmiş, onu güneşin yakıcı sıcağına karşı bir kalkan gibi koruyorlardı. Bu ağaçların altında oturmak, uzanmak ona huzur veriyordu. Çocukları onu böyle gördüklerinde rahatsız etmezler, burada olmanın onu ne kadar rahatlattığını ve dinginleştirdiğini çok iyi bilirlerdi.Cabir’in yüzündeki nur onun ne kadar iyi ve dürüst bir insan olduğunu ortaya koyuyordu. Orta boylu olmasına rağmen oldukça heybetli görünürdü. Saçları ve sakalları gri renkte, alnı açık, yuvarlak yüzlü bir adamdı. İnsanları kusurlarına rağmen sever, her konuda yardım ederdi. Sadece, vahşi ruhunu kimsenin dizginleyemediği, sahip olduğu geniş topraklarda yaşayan halkı sömüren şeyh Nasır’a karşı derin bir öfke besliyordu. Halkın baskı altında olması onu rahatsız ediyor, güvenebileceği ve şeyhin yaptıklarını onaylamayan birkaç dostuyla, devamlı bu duruma nasıl bir son verebileceğini konuşuyordu. Şeyhin türlü haksızlıklarla ve yolsuzluklarla her geçen gün zenginliğine zenginlik katması, halkı zor şartlarda yaşadığı halde bunu önemsememesi ama kendisine karşı yapılan en ufak bir hareketi ya da söylenen bir sözü affetmemesi ve şiddetle cezalandırması canlarına tak etmişti. Halk kaderine boyun eğiyor, şeyhten nefret etmelerine rağmen korku onları sindiriyordu. Kendi aralarında bile şeyhin kulağına gideceği endişesiyle hiçbir şey konuşmuyorlardı. Cabir ve güvendiği birkaç arkadaşı sürekli bu insanları nasıl birleştirebileceğini düşünüyorlardı. Bazı gençler onları desteklese de, ailesi, çoluk çocuğu olanlar buna yanaşmıyorlar, ölmektense bu şekilde yaşamayı tercih ediyorlardı. Cabir onları daha fazla zorlamak istemiyordu, çünkü bu mücadelede can kaybı mutlaka yaşanacaktı. Şeyhi seven insan az olmasına rağmen etrafında ona yalakalık yapan dalkavuklar, kendi menfaatleri için onun yanında olan ve her türlü kötülüğüne göz yuman insanlar da çoğunluktaydı. Bu yüzden Cabir’in ve dostlarının çok dikkatli olması gerekiyordu.Cabir saraydaki görevinden istifade ederek saraya rahatlıkla girip çıkabiliyordu. Bu yüzden şeyh iyi korunmasına rağmen ondan kimse şüphelenmez, şeyhin yanına rahatlıkla ulaşabilir ve onu öldürmeyi başarabilirdi ama şeyhin adamları onu öldürmekle kalmaz, ailesine de zarar verirler, oğullarını ve karısını öldürürler, Ahla’sını ceylan gözlü kızını da esir alıp, ona kimbilir neler yaparlardı.Şeyh ya onu kendi haremine alır, ya da satardı. Bu ihtimali düşünmek bile çok acıydı. Bu yüzden biraz daha beklemesi ve yandaşlarını arttırması gerekiyordu. Eğer kalabalık bir şekilde isyan çıkarırlarsa belki bu düzeni kökten değiştirebilirlerdi. Cabir ertesi gün saraya gittiğinde bazı hareketlenmeler hissetmişti ama buna bir anlam verememişti. Eve geldiğinde her zamanki gibi yorgun ve düşünceliydi. Kızına, kendisine bal şerbeti getirmesini söyleyerek içeri geçti ve sedirine oturup onu seyretmeye başladı. Karısının hastalanmasından sonra bütün ev işlerini kızı üstlenmişti. Kız daha on sekizindeydi ve tek başına bütün evi çekip çeviriyor, babasıyla, ağabeyleriyle ve hasta annesiyle ilgileniyor, tüm bunları büyük bir sevgi ve özveriyle yapıyordu. Evlenme yaşı geldiği halde kendisiyle evlenmek isteyenleri geri çeviriyor, evlendiği takdirde ailesinin zor durumda kalacağını biliyordu. Evleri kasabaya yakın, az haneli bir köydü. Yaşadıkları yer ticaret kervanlarının geçiş bölgesine yakın olduğu için, oğulları gelen bu kervanlardan mal satın alıp, kasabadaki pazarda bu malları halka satıyorlardı. Durumları iyi sayılırdı. Şeyhin baskısı ve ödedikleri vergiler olmasaydı çok daha iyi olabilirdi. Cabir’in oğulları, babaları gibi aklı başında, çalışkan, dürüst insanlardı. Sarayda çalışmak yerine ticaretle uğraşmayı tercih ediyorlar ve bir gün işlerini büyütmeyi, başka ülkelere giderek satacakları malları kendileri getirmeyi planlıyorlardı. Gelip geçenlerden çok şey öğreniyorlardı. Bunların bazıları yabancı olduğu için onların dillerini de anlayabiliyorlar ve az da olsa konuşabiliyorlardı. Öğrendikleri bir çok şeyi de gelip Ahla’ya öğretiyorlardı. Etraftaki bir çok ailede erkek çocuklar daha önemliydi ama onlarda durum farklıydı. Cabir ve oğulları evin en küçüğü ve tek kızı olduğu için Ahla’nın üzerine titriyordu. Evde alınan kararlarda herkesin fikri alınırdı. Babası çocuklarının üzerinde baskı kurmamış, onları elinden geldiğince iyi yetiştirmeye çalışmıştı. Ahla kendi çevresinin dışına fazla çıkmadığı için ağabeylerinin anlattıklarını ilgiyle dinliyor ve bu değişik insanları ve onların yaşamlarını çok merak ediyordu. Bazen ağabeylerine yemek götürdüğünde bu insanları uzaktan incelerdi. Ergenlik çağına gelmiş olan kızların yabancılarla konuşması doğru değildi, bu yüzden ağabeyleri onun için dünyaya açılan bir pencere gibiydi, onların sayesinde yaşadıkları köyün dışındaki hayatı ve insanları öğreniyordu. Köyünde az kişi yaşadığından kendisinden bir yaş küçük olan Lebibe’den başka arkadaşı yoktu. Lebibe ela gözlü, koyu renk saçlı, ufak tefek, sevimli bir kızdı ve Ahla’nın küçük ağabeyi Esad ile birbirlerine uzaktan sevdalıydılar ama bir araya gelip konuşamadıkları için ancak Ahla’nın vasıtası ile haberleşirlerdi. Lebibe’nin babası şeyhin muhafızlarından biriydi. Şeyh avlanmaktan çok hoşlandığı için sık sık av seferleri düzenlerdi. Bir gün adamlarıyla birlikte çıktığı bir av seferi sırasında ağaçların içinden ansızın çıkan biri şeyhe hücum etmiş, diğer muhafızlar ne olup bittiğini anlayamadan, Lebibe’nin babası ona engel olmak için üzerine atlamış, adamın elindeki hançer karnına saplanarak ağır yaralanmış ve saraya geri dönerken yolda ölmüştü. Şeyh, adamın onu korumak için canını vermiş olmasına rağmen onun ailesine hiç yardım etmemiş, onları kaderlerine terk etmişti. Lebibe ve kardeşleri anneleriyle birlikte küçücük bir toprağı ekerek ve ürünlerini pazarda satarak geçimlerini kıt kanaat sağlıyorlardı. Lebibe, kardeşlerin en büyüğü olduğu için genç yaşta ailesinin tüm yükünü sırtlamak zorunda kalmıştı. Esad Lebibe ile evlenmeyi düşünüyordu ama onunla evlenirse Lebibe’nin ailesi zor durumda kalacaktı. Bu yüzden Lebibe’nin kardeşlerinin biraz daha büyümesi gerekiyordu. Ayrıca babasının da işi başından aşkın olduğu için şu anda bu durumdan ona söz edemezdi. Esad ve ağabeyi babalarının şeyhle ilgili düşüncelerine katılıyorlar, neler yapılabileceği konusunda babalarıyla fikir alışverişinde bulunuyorlar ama onun başına bir şey gelmesinden de endişe ediyorlardı. Ahla babasını kapıda her gördüğünde o gün de eve sağ salim döndüğü için şükrediyordu. Oğulları bu davalardan uzak kalıyor gibi görünseler de, şeyhe başkaldırdığı gün onlar da babalarının yanında yer alacaklarını söylüyorlardı. Cabir şerbetini yudumlarken kapının çaldığını işitti. Ahla kapıyı açtığında karşısında babasının arkadaşı Salman’ı gördü. Salman babasından daha yaşlıydı ama babası gibi güçlü bir görünümü vardı. Ahla’yı çok sevdiği için onu oğluna istemiş ama Ahla bunu kabul etmemişti. Babası kızına evlilik konusunda hiç baskı yapmazdı. Gönlü kimi isterse onunla evlenmeliydi. Salman son zamanlarda sık sık onlara geliyor, babasıyla birlikte odaya çekilip saatlerce konuşuyorlardı. Salman’ın telaşlı hali Ahla’yı korkuttu. “Baban evde mi kızım?” dedi babacan bir tavırla.Kızın gözlerinden telaşının onu korkuttuğunu anlamıştı. “İçerde oturuyor, ben size de şerbet getireyim,” diyerek onu buyur etti. Salman selam vererek içeri girdi, Cabir’e, şeyhin adamlarının bazı şeylerden kuşkulandığını ve saraya girip çıkan herkesi takibe aldıklarını söyledi. “Acele etmeliyiz, durum anlaşılmadan harekete geçmeliyiz,” dedi. Cabir şimdi saraydaki hareketliliğin nedenini anlıyordu. Salman, Cabir ve oğulları o gece uzun uzun ne yapacaklarını konuştular, harekete geçmek için henüz çok erkendi ve yeterli sayıya ulaşmamışlardı. Ertesi gün Cabir saraya gittiğinde bir yandaşının meydanda iki kişiyle şeyh aleyhinde konuştuğu için yakalanarak sorguya çekildiğini öğrendi. O adamlardan biri gelip bunu şeyhe bildirince şeyh hiç vakit kaybetmeden harekete geçerek adamı yakalatıp zindana attırmıştı. Cabir o kişinin konuşmayacağını düşünüyordu ama işkence ile konuşturmaya çalışırlarsa ne kadar dayanabilecekti ki? Onlara kendilerinden ve planlarından bahsederse hepsini tek tek yakalayıp öldürürlerdi. Hemen Salman’ı bulmaya gitti. Salman da olanları duymuştu ve paniklemiş bir vaziyette Cabir’i arıyordu. O, arkadaşı gibi soğukkanlı değildi. Cabir’i görünce hemen endişeyle: “Bir süre ortadan yok olmamız gerekiyor. Onun konuşması hepimizin sonu olur,” dedi. Cabir: “İyi de ben ailemi, hasta karımı nereye götürebilirim?” “Benim komşu köyde bir kardeşim var. Üvey kardeşim olduğu için kimse onun yanında olacağımı tahmin edemez. Bunlar bizimle ilgili her şeyi bilirler, nerede oturduğumuzu, kaç çocuğumuz, kaç kardeşimiz olduğunu bile. Bu nedenle benim tek şansım o. Yıllardır kendisiyle görüşmüyordum ama geçim sıkıntısı çektiğini biliyorum, ona biraz yardım edersem beni ve ailemi saklayacağından eminim. Senin sığınabileceğin hiç akraban yok mu?” “Akrabalarımın yanına gidersem onları da tehlikeye atmış olurum, hem bizi kolaylıkla bulurlar. Şu anda yapabileceğimiz tek şey dua etmek.” Cabir sarayda daha fazla kalamazdı. Yakalanan kişinin konuşup konuşmadığını öğrenmek için evde beklemek zorundaydı. Eve geldiğinde Ahla’ya, gidip ağabeylerini çağırmasını söyledi. Ahla hemen koşarak ağabeylerinin yanına geldi. Onun telaşını görünce şaşırdılar, babaları daha önce hiç bu vakitte eve gelmediği için önemli bir şey olduğunu hissediyorlardı. Hemen işlerini bırakarak doğruca eve gittiler. Cabir sedirde oturmuş onları bekliyordu. Çocuklarına bu durumu nasıl anlatacağını bilemiyordu. Her zamanki gibi sakin ve ağır bir şekilde konuşmaya başladı. Çocuklar iyice meraklanmışlar, dikkatlice babalarını dinliyorlardı. “Çocuklarım sizinle konuşmak istediğim bazı şeyler var. Aramızdan biri bugün yakalandı ve şu anda büyük bir ihtimalle sorguya çekiliyordur. Eğer kendisine yapılan işkenceye dayanamayarak bizden bahsederse işimiz zor. Bu yüzden buradan ayrılmaya hazır olmalıyız. Nereye gidebileceğimizi bilemiyorum ama onların gelip bizi öldürmelerini bekleyemeyiz.” Ahla endişeli bir sesle: “Biz kaçıp saklanabiliriz belki ama annem ne olacak? Onun yürüyebilmesi bile çok zor,” dedi. Cabir kızına hak veriyordu ama başka seçeneği var mıydı ki? Tek umudu yakalanan adamın konuşmamasıydı. Kırlaşmış sakalını endişeyle sıvazladı, ailesini bu duruma soktuğu için üzgündü. Bir süre hiç konuşmadan öylece oturdular. Hiçbiri ne yapacağını bilemiyordu. Akşama doğru kapı hızlı bir şekilde vuruldu. Gelenin Salman olduğunu görünce korktuklarının başlarına geldiğini anladılar. Salman nefes almadan konuşuyordu. “Yakalanan adam, karısını ve çocuklarını saraya getirttikleri ve gözlerinin önünde hepsini öldürmekle tehdit ettikleri için her şeyi itiraf etmek zorunda kalmış, itirafından sonra da onu ve tüm ailesini öldürmüşler, şimdi sıra bize geldi, buraları hiç vakit kaybetmeden terk etmemiz gerekiyor,” dedi. Cabir ve çocuklarının ağzını bıçak açmıyordu. Salman geldiği gibi acele bir şekilde vedalaşıp gittikten sonra Cabir çocuklarına dönerek: “Çocuklarım beni affedin,” diyerek gözlerindeki yaşları elinin tersiyle sildi. Çocuklar babalarını ilk kez ağlarken görüyorlardı ve onu bu halde görmeye dayanamıyorlardı. Kızını kendine doğru çekerek ona sarıldı ve: “Senin, anneni alıp hemen buradan ayrılmanı istiyorum kızım. Kasabanın sonuna doğru bir kilise var, oradaki papaza sizi benim gönderdiğimi söyle, o size yardım edecektir. Orada olabileceğiniz kimsenin aklına gelmez, güvende olursunuz. Ağabeylerinle birlikte, size gerekli zamanı kazandırmak için geride kalacağız, yolda hiç durmamaya çalışın, ne kadar çabuk giderseniz o kadar iyi olur, kimseyle de konuşmamaya gayret edin,” diyerek kızının alnına bir öpücük kondurdu. Ahla babasından ve ağabeylerinden ayrılmak istemiyordu ama bu durumda babasına karşı çıkamazdı. O kararını verdiyse değiştirmek mümkün değildi. Çaresiz bir şekilde babasının dediğini yapmak üzere hazırlanmaya başladı. Ağlamamak için kendini zorlasa da gözyaşları isyan edercesine basıyordu gözpınarlarını. Annesini yatağından yavaşça kaldırarak giysilerini giydirdi. Kadın uzun zamandan beri konuşamıyor ve zorlukla hareket ediyordu. Uzun zamandır evden çıkmadığı için kızının onu neden yatağından kaldırıp giydirdiğini merak ediyordu. Ahla onun soru sorarcasına kendisine baktığını görünce bir açıklama yapmak zorunda olduğunu hissetti. “Annem, benim canım, gül yüzlü annem, biz bir süre buradan ayrılmak zorundayız. Sarayda bazı karışıklıklar çıkmış ve babam bizim güvende olmamız için kasabadaki kiliseye sığınmamızı istedi. Sen zor yürüyorsun biliyorum ama ben gerektiğinde seni sırtımda taşırım,” diyerek kadının koluna girdi. Kadının yüreğine taş oturmuş, gözleri acıyla ve üzüntüyle bakıyordu. Kocasını ve oğullarını ardında bırakarak gitmek nasıl olurdu? Şimdiye dek bir gün bile onlardan ayrı kalmamıştı. Bir şeyler söylemek ister gibi anlamsız sesler çıkarmaya başladı. Ahla onun ne demeye çalıştığını gayet iyi anlayabiliyordu. Annesinin elini onu teskin etmek istercesine okşayarak öptü. Odadan çıktıklarında babası ve ağabeyleri onları kapının önünde bekliyorlardı. Ağabeyleri öylesine acı çekiyorlardı ki, bakışlarını yere indirmiş, anneleriyle göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Cabir kızının elini tutarak parmağına iri taşlı bir yüzüğü takarken, “Dilerim bunu hiçbir zaman kullanmak zorunda kalmazsın,” dedi. Ahla babasına ait olan bu yüzüğün ve babasının sözlerinin ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu. Cabir içi altın paralarla dolu bir keseyi de kızına uzatarak, “Biz gelene kadar bunlar sizi idare eder” dedi. Ahla babasının onları teselli etmek istediğini, bir daha onları göremeyeceğini gayet iyi biliyordu. Babasına sarılarak ağlamaya başladı, babasının gözyaşlarıyla ıslanan sakalını okşayarak onu yanaklarından öptü. Sonra sırayla ağabeyleriyle de vedalaştı. Anneleri de iki oğluna sarılmış, sessizce ağlıyordu. Öylesine sarılmıştı ki, onlardan bir türlü ayrılamıyordu. Artık hiçbiri gözyaşlarına engel olamıyordu. Babaları kendini toparlamaya gayret ederek acele etmelerini söyleyince yola koyuldular. Ahla her adımda dönüp arkasına bakıyordu, geçmişini, yüreğini, yeni filizlenmeye başlayan umutlarını orada bırakarak. Sessizliğe gömülen çığlığı içinde yankılanarak. Şeyhin onları sağ bırakmayacağını ve bunun onları son görüşü olduğunu hissediyordu. Babasının ve ağabeylerinin kendilerinin ardından bakarken, onların gözlerinde gördüğü kederi asla unutmayacaktı. Cabir karısı ve kızının ardından hüzünle bakarken, amacına ulaşamadan, halkını bu gaddar adamdan kurtaramadan bu zamansız bitişin ne kadar yersiz olduğunu düşündü. Tek umudu karısı ve kızının kurtuluşuydu ama bunu asla bilemeyecekti. Havada boğucu bir sıcak vardı ve Cabir ile oğulları elleri kolları bağlı beklemeye başladılar. Şeyhin adamlarının gecikmesi Ahla ve annesinin iyice uzaklaşabilmeleri açısından önemliydi ama saatler ilerledikçe ölüme daha fazla yaklaştıklarını hissediyorlardı. Onlarla başa çıkamayacaklarını tahmin etseler bile, korkakça kaçıp saklanmaktansa, kanlarının son damlasına kadar dövüşmeyi yeğliyorlardı. Büyük oğlu sabırsızlıkla, bu şekilde bekleyemeyeceğini, kendilerini savunmak için bir yol bulmaları gerektiğini söyledi. Cabir şeyhin adamlarının ve silahlarının çokluğunu bildiği için kendisini kapana kısılmış gibi hissediyordu. Bir tek hançerinden başka bir şeyi yoktu ve bununla kendilerini savunmaları imkânsızdı ama aklında bir plan vardı. Bu belki onların tek kurtuluşu olabilirdi. Bunu oğullarına açıkladı ve hep birlikte harekete geçtiler.