Ses ve hareketin dua halindeki ifadelerinden biridir Sema ayini. Tasavvuf anlayışına göre, Sema ayinleri evrenin yaradılışı ile başlamıştır ve son gününe kadar devam edecektir. Yaradılmış her şey şu ve veya bu şekilde sema etmektedir.
Hz. Mevlâna’nın mirası Mevlevi Sema Ayini, insanoğlunun tekamül (olgun- laşma) serüveninin sembolik bir anlatımıdır. Sema ayinindeki bazı semboller ilk bakışta göze çarpar, bazıları da vardır ki biraz daha gizlidir.
Sema ayinindeki sembollerin ve anlamların açıklandığı bu kitapta her birimiz kendi olgunlaşma sürecimizden yansımalar bulacağız. Bu manevi şölene neden Sema adı verilmiştir? Aşamaları nelerdir? Kıyafetler, yürüyüşler ve dönüşler neleri sembolize eder? Nefsimiz Ruh’a dönüşürken hangi süreçlerden geçmektedir? Tüm cevapları alt yazılarla bezenmiş tam bir Sema Ayini DVD’si ile beraber bu kitapta bulacaksınız. Semazenler tüm okurları eteklerinin beyaz kanatlarında muhteşem bir diyara taşıyacaklar...
HER BİRİMİZİN BİR İSMİ VARDIR, DEĞİL Mİ? Birbirimizle tanışırken bu isimleri söyleriz. Hangi aileden olduğumuzun bilinmesi içinse soyadlarımız vardır ki, bunlar da ailemizin ortak ismidir. İsimler ise seslerden ibarettirler. Denebilir ki sesler bizim kimliklerimizdir. Her şey hareket halindedir, değil mi? Gözle görünür olsa da olmasa da atomik ve atom altı parçacıkların sürekli olarak hareket ettikleri biliniyor; protonlar, nötronlar, kuarklar… Hareketin bir enerji gerektirdiğini biliyoruz. Yani hiçbir şey bir etki olmadan tepki vermez. Acaba genellikle dairevi olan bu hareketliliği başlatan ve devam ettiren güç nereden gelmektedir? Nasıl başlamıştır? Amacı nedir? Her şey niçin dönmektedir?
Size, ‘İki noktayı birbirine bağladığınızda ortaya ne çıkar?’ diye sorulsa, cevap; ‘Bir doğru,’ olur, değil mi? Statik bakış açısıyla bu yanıtta bir kusur yoktur. Bakış açımızı bir adım ileriye götürünce bakalım neler olacak? Önünüzde herhangi bir nokta belirleyin ve seçtiğiniz noktaya bir raptiye saplayın. Sonra, birkaç metre kadar ileride bir diğer nokta daha seçin ve o noktayı da kalemle işaretleyin. Şimdi raptiye ile saptadığınız ilk noktayla ikinci seçtiğiniz nokta arasına bir ip koyun; ipin raptiye tarafındaki ucu sabitlenmiş, ikinci noktadaki ucu ise serbest olsun. Her iki ucunu sizin saptadığınız bir doğru oldu, değil mi? Şimdi, ipi sabit ucundan elinizle tutup döndürmeye başlayın. Yarıçapı, sizin tarafınızdan saptanmış doğruya eşit olan bir daire elde ettiniz. Bu da bize, bir noktadan diğer noktaya giden şeklin statik (durağan) bakış açısıyla bir doğru, dinamik (hareketli) bakış açısıyla ise bir daire oluşturduğunu gösterir.
Hareketli iki noktanın oluşturduğu çemberi gözünüzün önüne getirin; bu tıpkı bir mumu alıp elinizle hızla döndürmek gibidir. Biraz uzaktan bakanların gördükleri manzara ateşten bir çember gibidir. Dikkat ediniz şimdi… Sadece tek bir mum ve onu tutan tek bir el vardır esasında; ateş çemberinin varlığını duyumsamamızın sebebi, dönme hareketinden başka bir şey değildir. Gerçekte, ateşten çemberde tek bir gerçek nokta (mum) vardır ve sürekli yer değiştirmektedir. Yeterince hızlı döndürüldüğünde, mumun ilk olarak hangi noktadan hareketine başladığı ve bir sonraki an hangi diğer noktada olduğu fark edilemeyecek ve aynı anda çemberin her yerinde olduğu zannedilecektir. Sorun birdenbire, mumun nasıl olup da aynı anda çemberin farklı noktalarında olabildiğine gelmiştir. Böylece problem, sıklıkla karşımıza çıkan matematik denklemlerine bürünüverir. Derinine inildiğinde ise çemberin yerine tek bir nokta, ateşten bir yol yerine tek bir mum, birden çok sayıda el yerine tek bir el olduğu ortaya çıkacaktır. Tek bir Tanrı, tek bir Ruh ve bu tek Ruh’tan yansıyan göreceli bir çokluk hissi… Birçok sufiye göre gizli gerçek budur. İşte semazenin dönüşü de iki noktanın dinamik ilişkisi gibi değerlendirilebilir. İpin sabit ucunda yani dairenin merkezinde Allah’ın ilk tecellisinin yansıması bulunur ki biz bu noktaya kutup diyoruz. İpin hareketli ucunda ise insan vardır ve burası da çemberdir. Çemberin her noktası kutba (merkeze) bakar ve merkeze eşit mesafededir. Bu durumun Sema ayinindeki karşılığı, Allah’ın her yarattığına aynı yakınlıkta olmasıdır. Tasavvuf anlayışına göre, Tanrı-İnsan iletişimindeki sorun, onun bize olan mesafesinden değil, bizim ona olan mesafemizden kaynaklanır. Tanrı’nın her insana aynı yakınlıkta olduğuna dair bir kuşku varsa bu, insanoğlunun kendi varoluşunun tek bir Tanrı’nın ilk tecellisinin yansıması olduğuna dair farkındalığının yetersizliğinden kaynaklanır. Saf sevgi ile yaratan Yüce Yaratıcı Varlık kullarını terk eder mi hiç? Arada bir sorun çıktığında kapıyı vurarak çıkıp giden taraf egodur, ruh değil Metaforları çözümlemeye ve Sema ayinini derinlemesine analiz etmeye devam edelim. Merkez noktası (kutup) ile çemberi oluşturan göreceli noktaları birbirine bağlayan ip, aklın sembolü olarak kabul edilebilir. Tasavvufta akıl, yaradılış seviyelerinin tasarım ve yegane varlık (Allah) ile yaratılmışlar arasındaki iletişim dilidir. İpin merkez tarafındaki ucuna Tanrısal akıl (Tanrısal bilinç) veya İlk akıl diyebiliriz. Diğer ucu (çemberdeki ucu) ise evrensel akıldır. Başka bir deyişle, evrensel bilinç, saf akıl, Akl-ı küll veya Ruh’un aklı... Evrensel aklı, Ruh’un farkındalığını sağlayan saf bilinç olarak tanımlayabiliriz. İki nokta ve onları bağlayan ip örneğimizde çözümlenmesi gereken bir şey kaldı. Merkez ile çember arasında oluşan daire Bu dairevi alan Nefs-i küll’dür; yani her canlının kendisinden yaratıldığı vücut birliği, hepimizi temelde birbirine bağlayan aynılık seviyesi, yaradılışın bağlamı… Şimdi yeniden her şeyin neden dönmekte olduğunu düşünelim, tüm yaradılışın neden zorunlu olarak dinamik olduğuna kafa yoralım. Bir sufiye yaşam enerjisinin ne olduğu veya nereden geldiği sorulsaydı, muhtemelen şöyle derdi: ‘Varlığı hiçbir şeyi gerektirmeyen tek ve mutlak olan Yüce Yaratıcı, statik kalındığında varlığını devam ettirebilen yegane kendinden diri varlıktır. Kendiliğinden var olan, bir başka varlığı gerektirmez veya ona dayanmaz. Biz insanoğlu ise çemberdeki yaratıklarız ve var olmak için ondan gelen enerjiye ihtiyaç duyarız. Dikine bir duvarda motosikletiyle dönebilen usta bir motor sürücüsünü gözünüzün önüne getirin. Ancak asgari bir hızla döndüğü sürece dengesini koruyabilir. Durduğu anda artık motorunun üzerinde kalamaz ve merkeze düşer. Eğer motorun hareket enerjisi olmasa, motorcunun hüneri bir işe yaramaz ve düşer. İşte Yüce Yaratıcının evrene sürekli enerji aktarımı da buna benzer. Bu enerji olmadan varlığımızı sürdürmemiz mümkün olmazdı.’ Tasavvuf inancına göre, Tanrı-İnsan ilişkisinin bu zorunlu dinamizmi, her birimize verilmiş olan isimlerle ya da bu bölümün ilk paragrafında açıklandığı üzere seslerle birleşince Sema ayininin de temeli anlaşılmış olur. Bu temel, evrenin (yaradılışın) temel taşının ses olduğu ve sesi olan her şeyin hareket ettiği ve döndüğü inancıdır. Ses ve hareketin dua halindeki ifadesine sema (işitme ve işitilenin gereğini yapma) ayini diyoruz. Bu ayinde amaç, yaratılmışların en şereflisi olan insanın, biricik varlığı yani Allah’ı hatırlaması ve anmasıdır (Zikir). Tasavvuf felsefesine göre, Sema ayinleri evrenin yaradılışı ile başlamıştır ve varoluşunun son gününe kadar da devam edecektir. Yaratılmış her şey her an dönmektedir. Yaratılmış her insan farkında olarak veya olmayarak, şu veya bu şekilde sema eder. Sema ayini amaca uygun olan ve bu amaç doğrultusunda bestelenmiş güzel müzikler eşliğinde yapılır. Bu kural, Allah’ın güzellik sergileyenleri sevdiği felsefesine dayanır. Türk Sanat Müziği’nin en muhteşem eserleri Sema ayinlerinin ayrılmaz parçalarıdır. Kimileri Sema ayinlerinin bu muhteşem görsel ve işitsel zenginliğinden ürkmüşler ve acaba estetik olarak izleyenleri büyüleyen seremoniler nedeniyle kibir belasına düşülür mü diye endişelenmişlerdir. Diğer yandan bir sufi bu tip endişeleri gülümsemeyle karşılayıp şöyle diyebilir: ‘Cennet bahçelerinde vaat edilmiş olan nimetlerin arasında güzel nağmeler de olduğu haber verilmiştir’. Yol boyunca tuzakların olması, kişileri böylesine güzel bir yolu yürümekten vazgeçirememeli. Hazreti Mevlâna Mesnevi’sinin on üçüncü beyitinde şöyle demektedir;
‘Ney hadis-i rah-ı pürhun miküned Kıssahay-ı ışk-ı mecnun miküned. Ney, kanlı bir süreci işaret etmekte, Gizli (Mecnun) aşk dersleri öğretmektedir.’
Hz. Pir’in de yukarıdaki beyitinde işaret ettiği üzere, egomuzu zorlu bir süreçte eğitmek ve zorluklardan da hatalardan da ders almak ve engellerden korkarak geri çekilmemek, tasavvufta aydınlanma süreçlerimizin değişmez kurallarından biri olarak kabul edilmektedir. Tarihi kayıtlara baktığımızda Hz. Mevlâna’dan önce de sema edildiğini görüyoruz. Senâi (ölümü 1127), Ahmed Gazali (ölümü 1123), Muhammad Gazali (ölümü 1111) ve daha niceleri sema etmiş veya Sema ayinlerinden bahsetmişlerdir. Hz. Muhammed’in Hz. Ebu Bekir’e Allah’ın kendisinden hoşnut olduğunu söylemesi ile Hz. Ebu Bekir’in sevincinden ve aşkından kendi çevresinde dönmeye başlaması, insanın aşk ile dönmesine örnek olarak anlatılır. Hz. Mevlâna’nın da Hz. Ebu Bekir soyundan olması, bu aktarılan olayı daha da anlamlı ve çekici kılmaktadır. Anlaşılıyor ki, sema tüm insanlara özgü bir şey olmalıdır; nitekim tarih boyunca değişik formlarda uygulanmıştır. Mevlevi dünyasında, Sema ayininin karşılığı Mevlevi mukabelesidir. Bir başka deyişle ezeli Sema ayinlerinin Mevlevi lezzetlerine göre bir şekle dönüştürülmesi ile oluşan Sema ayinine Mevlevi mukabelesi denmektedir. Mukabele karşılaşma, yüz yüze gelme, aynı bağlamda olma gibi anlamlara gelir. Hz. Mevlâna Fihi Mafih adlı kitabında şöyle demektedir:
‘Can, bakışta-görüşte yok oldu da şunu dedi: Tanrı’nın yüzüne Tanrı’dan başkası bakamadı-gitti.’
Hz. Mevlâna’nın henüz yaşadığı zamanlarda Sema ayinlerinin belirlenmiş bir tarz ve sürece bağlı olmaksızın, içten geldiği gibi yapıldığı anlatılır. Örneğin, Hz. Mevlâna bir gün çarşıda yürürken çekiç seslerinden etkilenmiş ve sema etmeye başlamıştır. Bugün de izlediğimiz Mevlevi mukabelesi Hz. Mevlâna ve Sultan Veled döneminde şekillenmeye başlamış ve Pir Adil Çelebi (ölüm 1460) zamanında son haline kavuşmuştur. Pir Adil Çelebi, Hz. Mevlâna’nın torununun torunudur. Mevlevi mukabelesine, Pir Adil Çelebi zamanından sonra eklenen tek şeyin Naat olduğu düşünülmektedir. Naat, Sema ayininin hemen başlarında Mutribtan (müzisyenlerden) bir kişi tarafından müziksiz olarak okunan övgü sözleri demektir. Bu sözlerin Hz. Mevlâna’nın bir rubaisinden alındığı düşünülmektedir. Bugünkü Sema ayinlerinde (Mevlevi mukabelelerinde) çoğunlukla, bestesi Mustafa Itri Dede’ye (ölüm 1712) ait olan naat tercih edilmektedir. Itri Dede’den önce de değişik naatlar okunmuştur. Lakin dönemin çelebisi, Itri Dede’nin bestesini çok beğenmiş ve daha sonra bu naatın okunması alışkanlık haline gelmiştir. O günlerden başlayarak günümüze kadar Mevlevi mukabelesi usta ellerde aynı biçimde icra edilmeye devam etmektedir. Hz. Mevlâna ile tutuşturulan aşk ateşi günümüze kadar birçok kişi için Yüce Yaratıcıya yaklaşmayı ve hatta kavuşmayı sağlayan en muhteşem yollardan birisi olmuştur. Bu yolda Mevlevilerin amacı, Yüce Yaratıcıyı kendisini bürüdüğü sıfatları ile algılayabilecekleri seviyeye ulaşmaktır. Yaradılışın en yüksek seviyelerinden bilgi almak ve aşkın en yüce basamaklarına tırmanmak için düzenlenmiş bir dua ve ibadet olarak tanımlanabilecek olan Sema ayini, izleyicileri de bu atmosferin içine çeker ve adeta ruhlarını bu akışın bir parçası olmaya davet eder. Şansların en büyüğü, Mevlevi kültürünün bu muhteşem ayini en lezzetli şekle getirerek bu günlere taşımış olmasıdır.
Semazenin dönmesinin sebebi o en Yüce Sevgiliye ulaşmaktır. Onun yüzüne bakabilmek, olabildiğince yakınında olmaktır. Bu ezelden beri böyle olagelmiştir. Hz. Mevlâna diyor ki:
“Dervişler vecde düşerler de Tanrı’yı özleyişleri artsın, ahrete inanış sevgileri çoğalsın, gönüllerinden dünya sevgisi dağılsın, dünyaya gönülleri yabancı olsun diye sema ederler. Kerametleri aleme yayılmış, güneşten de daha tanınmış olan, ululukları minberlerde söylenen ulu şeyhlere uyarlar. İnananlar gözlerine çeksinler de gönül gözleri aydın olsun, gizli alemi görsünler, Tanrı’ya dalsınlar diye onların ayaklarının bastığı toprağı ararlar. Sema ayinini onlar koymuştur. Peygamberlerin mirasçıları onlardır; miras bilgisi de onların, anlayış-seziş bilgisi de onların Zahiri hükümleri bilen bilginlerde de okuyup belleme (ezberleme) bilgisi vardır ancak anlayıp sezme bilgisi yoktur. Nitekim Hz. Peygamber buyurmuştur: ‘Bildiğini tutan (uygulayan) kişiye Tanrı, bilmediğini öğretir.’ Belleyip, öğrendiğini tutana (yapıp uygulayana) Tanrı anlayış-seziş bilgisini de (İrfan) bağışlar. Kime de bu bilgiyi bağışlarsa o, erenlerin arasına katılır-gider.” Peki, bu lezzetli ve ölümsüz aşk yolunda dervişin kulağına hangi bilgiler fısıldanır? Onlara hangi gizli aşk sırları açılır? Bu soruların yanıtını Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’sinden dinleyelim:
“Bir sufi bir gün çivide asılı bir sofra gördü. Onu görünce vecde geldi ve sema etmeye, elbisesini yırtmaya başladı. ‘İşte yiyeceği olmayanın yiyeceği, işte kıtlıklara, dertlere deva’ diye bağırıyor, naralar atıyordu. Başıboş biri sufiye: ‘Çiviye asılmış bir sofra; içinde ekmek bile yok; böyle olduğu halde bu coşkunluk bu hay huy da ne oluyor?’ diye sordu. Sufi ona, ‘Haydi yürü işine git,’ dedi. ‘Sen manasız bir kalıptan, bir şekilden ibaretsin. Sofrada ekmek yok, diyorsun. Durma, koş varlığı ara Çünkü sen âşık değilsin” Âşıkların varlıkla işi yoktur. Âşıklar sermayesiz kâr ederler. İki alem de aşka yabancıdır. Aşkta yetmiş iki nurlu delilik ve divanelik vardır. Aşkın mezhebi yetmiş iki inançtan da ayrıdır. Padişahların tahtları onun gözünde tahta parçalarından başka bir şey değildir. Kulluk da, sultanlık da herkes tarafından bilindi, anlaşıldı. Fakat âşıklık, bu iki perdenin ardında gizli kaldı. Âşıksın, mestsin, dilin açılmış; Allah Allah, oluk üstünde bir deve gibi tehlikedesin; dilin sürçebilir. Dil, aşkın sırrından ve nazından bahsedecek olsa, gökyüzü: ‘Ey sırları güzelce örten Allah, bu mest âşığın sırlarını mahrem olmayanlardan gizle’ diye yalvarır. Aşkı gizlemek nedir? Ateşi yün içinde, pamuk içinde gizlemek… Sen ne kadar gizlesen o, o kadar meydana çıkar.
Bana inat olarak o, iki kulağımdan tutar da: “Hey sersem” der. “Beni nasıl örter ve gizlersin? Haydi, gizle bakalım” Hakikat şarabını aşk kaynatır, coşturur. Ve doğru sözlü, doğru özlü âşığa gizlice sakilik eden de aşktır.