20.09.2024
Cinius Yayınları

Biz Kimiz? | SSS | Yazar Girişi | Cağaloğlu: (212) 528 3314 | Kadıköy: (216) 550 5078 | Ankara: (312) 439 7487 | İletişim | English ..

Cinius Yayınları > Katalog> Kitap Ayrıntı

Tüm Yayınlar
Çağdaş Türk Yazarları
Şiir Kitapları
Anı
Araştırma İnceleme
Tarih Bilim Felsefe
Ekonomi
Sağlık
Kişisel Gelişim
Sözlük
Yemek Kitapları
Deneme
Gezi Kitapları
Mizah ve Eğlence
Din ve Teoloji
Eğitim / Dil



Aldatmanın Sanal Hali
Payan Çizioğlu
Cinius Yayınları / Çağdaş Türk Yazarları

Haftanın bu son çalışma gününde önce bilgisayarımı açmak isteğiyle geldim sanki işyerime. Ben bu mesajlaşma olayını sevdim. Sürekli iletişim halinde olmak ne güzel bir durum. Teknolojiyi kullandıkça daha da seviyormuş insan. Artık kendine özgü dediğim bu mesaj dilini de benimsedim. Sanalın verdiği bir rahatlık var herkeste. Daha bir samimi, daha bir özgür yani insanlar. Konuşma diliyle mesaj yazma dili arasındaki fark da rahatsız etmiyor artık beni. Hatta ben de başladım herkes gibi yazmaya. Bu arada Leyla Hanım da erkencilerden bu mesaj dünyasında. Sabah iş saati başlarken ilk açanlardan bilgisayarını.

-leyla hn günaydın
-günaydın naber
-iidir sizden?
-ii dielim ii olalım nossun. Geldik gene işte cuma cuma derken bu hafta da bitti
-doğru diyorsunuz zaman çok çabuk geçiyor walla.
-ben bir öneride bulunmak isterim kabul edersen sen de?
-buyrun
-ya çok resmi yazışmalar burada zor oluyo. Ööle hanımlı beyli sıfatlar fazla gibi geliyo bana. Hele sizli bizli hitaplar daha da bir zor sankiJ ne dersin?
-ok Bence no problem. Hatta memnun bile olurum.
-hafta sonu naapacaksın var mı bi plan


Etiket 14,00 TL | %5 indirim 0,70 TL | Cinius Kitap'ta 13,30 TL



Sayfa: 208
Hamur: 2. hamur
ISBN: 9786051270623
Boyut: 12x19,5cm
Baskı Tarihi: Haziran 2010
Özgün Dili: Türkçe


Kitabın İçinden
TRAFİK KAZASI

Kafasının derinliklerine kadar inen merak, yerini yavaş yavaş endişeye bırakmak üzereydi artık genç kadının. Öyle ya, geleceklerini söyledikleri saat geçmiş olduğu halde değil gelmek, bir telefon bile açan olmamıştı. Kendisi de telefon açmaya cesaret edemiyordu. Kocasını beklemekten başka yapacak hiçbir şeyi yoktu şu an. Defalarca söylemişti kocası, araba kullanırken çalan telefonla konuşmak istemediğini ya, açamazdı elbet. Çünkü biliyordu ki araba kullanıyordu kocası. ‘Olmadık bir olaya sebebiyet vermektense hiç aramamak daha iyi,’ diye düşündü birden. O halde sakin olmalı ve sadece beklemeliydi. Panik yapmadan, kafasından olumsuz düşünceler geçirmeden. Hatta merak bile etmemeliydi. “Ben başımın çaresine bakarım,” demiyor muydu kocası her merak ettiğini söylediğinde. ‘O güçlü bir adam,’ diye geçirdi içinden. “Ne de olsa ‘erkek’ işte,” dedi, telaş etmemesi gerektiğine kendisini ikna etmeye çalışarak. Koruyup kollayan kişiliğinin yanında hem fiziksel hem de ruhsal açıdan kuvvetli bir adamdı işte. “Ona bir şey olmaz,” diyordu bir taraftan. Diğer taraftan da merak içini iyiden iyiye kemirmeye başlamıştı.
Her zaman böyle merak ettirmezdi aslında kocası. Fakat yine de bir gizem vardı adamın hayatında. Ne zaman, nerede, kiminle ya da kimlerle ne yaptığı konusunda genel olarak konuşurdu Ertuğrul hep. ‘İşim var’ lafı bu genellemenin ifadesiydi. Aralarındaki bir takım farklar ister istemez erkek egemen bir ilişki yaratmıştı karı-koca arasında. Bu farklardan en belirgini ‘yaş’ olmuştu hep. On dört yaş çok rahatsız edici bir fark olmayabilirdi çok ailede, ancak onlar arasında yaş farkının üzerine mürekkep yalama oranı da eklenince, çekingenlik yarattı Serpil de hep. Sanki görülmez ve aşılamaz duvarlar vardı aralarında. Kendi ailesiyle kocasının çevresi bir keskin ve kalın çizgi gibi sabitti sürekli. Hanımlı beyli aile toplantılarında ya da komşu gezmelerinde bile bariz farklar dikkatini çekiyordu Ertuğrul’un.
Erkeklerin olduğu ortamlarda konuşmak, şakalaşmak, gülüp söylemek Serpil’e göre işler değildi. Böyle ortamlarda Serpil ya sessiz kalır ya da en fazla kadın kadına muhabbete girerdi. Yemek tarifleri veya örgü modelleri yönünde sohbetlere bile kerhen girerdi, ayıp olmaması adına, sessizce. Zaten ‘ayıp’ onun hayatının en önemli kelimelerinden ve olgularından biriydi. Çoğu hareketi ayıp olur algısıyla yapar, çoğunu ise yine ayıp olmasın diye yapmazdı. Genelde sessiz ve üzgün bir ifadeye sahip yüzü, nadiren gülerdi. Çekingenlik ve utangaçlık onun içinden gelen hislerdi. Bu hisler giderek kendinde ‘eksiklik’ görmeye kadar gitmişti kocasının çevresi karşısında. Sanki hak etmemişti bu adamı, bu çevreyi, bu evi. Yetişmeye çalışsa da ilk zamanlar bazı tavır ve konuşmalara; beceremeyeceğini anlamasının üzerinden çok zaman geçmişti artık. Çok seviyordu kocasını, hem de çok. Kocasının kendisine sağladığı imkânlar da iyiydi. Ayrıca, ona değer verdiğini de her fırsatta söylüyordu. Fakat yine de içindeki kıskançlık duygusunu atamıyordu bir türlü.
Bu akşamki geç kalışı da, kafasındaki olmadık kıskançlık duygularını tekrar harekete geçirmişti. En ufacık bir hareketinden, keyifli oluşundan kederli oluşuna kadar, dönem dönem kıskançlık ve öteki kadın sendromu yaşıyordu. Fakat bu dönemler son aylarda daha bir sıklaşmış, sebebini çözemediği tarifsiz kıskançlık nöbetleri de bu doğrultuda artmıştı. Esasında belirgin hiçbir durum söz konusu değildi bu aldatılmışlık hissine. Aksine, kocası kendisine çok kıymet veriyor ve ona kendi doğrularını yorulmadan, her fırsatta anlatıyordu. Ancak eşinin doğruları ile kendi ailesinin doğruları örtüşemiyordu bir türlü. Dolayısıyla da kocasının anlattıklarını ve yapmasını istediği hareketleri, yadırgamakla ayıplamak arası bir tutumla karşılıyordu. Tam bir olumsuz tepki de veremiyordu Ertuğrul’dan çekindiği için. Kerhen kabul ettiği durumlarda oluyordu, çok nadir de olsa.
Kafasındaki düşünceleri asla öğrenemediği adamdı kocası onun için. Çok arkadaşının kocasından farklıydı. ‘Ağır adam’ diye bilinirdi etrafında. Konuştuklarından, neresinin ağır olduğunu anlayamamıştı bir türlü. Şarkı söylemek onda, içki içmek onda, tuhaf kıyafetler beğenmek onda, her dakika gülüp söylemek yine ondaydı. Böyle ağır adamlık nasıl olurdu ki? Dünyaları farklıydı işte, yapılacak fazlaca bir şey kalmıyordu bu durumda.
İlk evlendiği yıllar Ertuğrul çok uğraştı, kendine ve hayatına ortak etmeye çalıştı karısını. Serpil’den tek istediği, yaşadığı hayatı paylaşmasıydı, sadece ‘paylaşmak’. Yaşının küçük olmasını mazeret kabul edip belki büyüdüğünde kadınsı ve olgun davranışları olur beklentisiyle geçti aylar, geçti yıllar. Ancak bir türlü örtüşmüyordu hayata ve olaylara bakış açıları.
Ertuğrul’un eli kolu hediye paketleriyle dolu geldiğinde çok sevinirdi Serpil, bu paketler açılana kadar. Paketlerin içinden çıkan hiçbir şeyi kendine yakıştıramazdı bir türlü, hafif kadınlara özgü diye belletilmişti ona bazı kıyafetler bir kere. Biraz utangaçlığından, biraz da alışamadığından, ömründe giymedi kocasının aldığı dantelâlı külotları. Hiç kullanmadı onun aldığı parfüm ve makyaj malzemelerini. Akşam yemeğinin yanında kocasının bir kadeh şarabı bile ona hep itici geldi nedense. Büyüdüğü aile çevresiyle kocasının ortamı arasındaki fark ve met-cezirler bir uçurum oluşturdu aralarında. Bilmediği çok şeyi öğretiyordu kocası, sabırla anlatıyordu her konuyu. Ancak onun anlattıkları ile ailesi ve özellikle de annesi tarafından öğretilenler hep ters geldi birbirlerine.
‘Koca kısmı denermiş insanı’ diye belletilmişti bir kere ya, doğruydu elbet. Kocası da onu deniyordu zaman zaman. Ertuğrul mutfakta salata ya da meze türünden yemekler yapmaya giriştiğinde bile kendisine hakaret edilmiş gibi hissediyordu nedense. Öyle ya, erkek kısmı evde iş mi yaparmış. Mutlaka deniyordur düşüncesiyle tetikte, kimseler görmesin diye tedirgin beklerdi yanında. Ya yine annesinin anlattığı adamlar gibi kendisini deniyorsa diye düşünürdü. Ayrıca da birileri görmemeliydi kocasının mutfakta iş görür halini. Evin adamına tam hizmet, tam itaat diye öğretilmemiş miydi kendisine? İşte o öğretilenlerin hepsini de uyarladı kafasından kocasına. Ertuğrul’daki farklılığı sezse de, annesinin laflarını atamadı bir türlü kafasından. Çıkaramadı aklından.
Merakından ölüyordu aslında, fakat yine de aramıyordu, arayamıyordu kocasını, eli durmadan telefona gitse de, tutuyordu kendini. Telefonu kendinden uzaklaştırmakta buldu çareyi. Başka odalarda olursa sanki cezp etmeyecekti kendisini bu minik alet. Derken oğlunu aramayı geçirdi kafasından. Ancak tam bu sırada, merak etmekte çok da haksız olmadığını çalan telefonun ısrarından anlamıştı genç kadın. Koşarak telefonu bıraktığı arka odaya geldi bir solukta.
”Serpil abla, babamla birlikte kaza yaptık. Şu anda hastanedeyiz,” diyordu Mert. Korkulacak bir durum olmadığını söylerken, samimi olduğuna inandığı bir ses tonyla. Büyüttüğü çocuğun her halini, her mimiğini, sesinin en ufak nüansını hissederdi Serpil, o artık kocaman bir delikanlı da olsa. Beş yaşından beri birlikte yaşadığı, yedirip içirdiği, besleyip büyüttüğü bu genç adamı tanıyordu en ince ayrıntısına kadar. Daha dün okula başlayacak heyecanıyla birlikte oyun oynadıkları çocuk artık bir delikanlı da olsa, ruhunu biliyordu, nefes alışını bile tanımıştı. Babasını tanıyamadığı kadar. Baba-oğul farklı karakterlerdeydi çünkü. Ertuğrul ne kadar gizemli ve anlaşılması ne kadar zor bir insansa, Mert o kadar şeffaf, o kadar açık, içi dışı aynı dedikleri türden bir insandı. Her heyecanını paylaşırdı Serpil ablasıyla. O kadar ki, yeri gelir, ikisinin ortak oldukları ufak sırlar bile olurdu evin reisinden saklanan.
Mert’in derslerindeki kırık notlarından, hoşlandığı kız arkadaşlarına kadar, Serpil her şeyi bilirdi. Ertuğrul’un üzüleceği veya kızacağını tahmin ettikleri bazı durumlar anlatılmazdı, saklanırdı mümkün olabildiğince. Evin tek hâkimi, tek yöneticisi, akıl adamı, prensip adamıydı Ertuğrul. ‘Nerede, ne yapılması lazım, nereye gidilmesi gerekiyor’dan ‘nasıl sağlıklı oluruz’a kadar her şeyi o bilir, o okur, o anlatırdı bu küçücük ailenin genç bireylerine. Hem yaş olarak, hem yapı olarak evin en büyüğü, en olgun adamı olmaktan öte, evin ‘baba’sıydı Ertuğrul. Bilecekti elbet her şeyi. Bir de, evin en çok okuyan adamı olmasından kaynaklanıyordu ondaki bu bilgelik.
Her türlü değişikliği takip eden bir yapısı hatta teknolojiye bile yetişmeye çalışan bir azmi vardı. Evin hanımı da, oğlu da çekinirlerdi kendisinden. ’Olmalı’ ya da ‘yanlış olmasın’ lafını bir kere söylerdi, fazla değil. Belki de bu kararlı yapısı etkili oldu ev ahalisini yönetmekteki ustalığında. Yönetmek sadece bilgi ve otoriteyle değil, şefkatle ve iyilikle birlikte olduğu için, severlerdi de bu küçük ailenin babasını. Her bildiğini ve öğrendiğini tatlılıkla anlatışından her an güzel giyimli olmaları gerektiğini söylemesine kadar, sürekli gezmeye ve gezdirmeye olan merakından kendi kendilerini eğitmelerinin şart olduğunu tutturmasına kadar hep ailesinin bu iki ferdiyle paylaşmak isterdi ya hayatını. Ondandı elbet bu sevgi, bu hayranlık, bu hürmet, bu minnet.
Seviyordu Serpil kocasını, hem de çok seviyordu. Fazla yakın hissedemese de kendisine, kocasıydı işte. Koca dedikleri böyle oluyordu demek ki. Başkalarının kocasıyla kıyasladığında çok farklı da olsa, iyi bir adam olduğunu düşünür ve şükrederdi. Genel olarak sakin yapıdaki bu adamı elinde tutmaya uğraşırdı kendince. En önemli silahının ağlamak olduğunu keşfetmişti zaman içerisinde. Ağlamasına ve gözyaşına karşı zaafı vardı Ertuğrul’un.
Dayanamazdı küçük karısının ağlamasına, üzülmesine. İsterdi ki hep gülsün, hep kuvvetli olsun. Okusun, öğrensin, kendini yönetsin. Kendi kararlarını kendi versin, özgür olsun isterdi. Annesiyle olan diyalogundan çok etkilendiğini anladığı için fazla görüşmelerini istemezdi. Ne kadar anlamsız ayıplar, günahlar ve yasaklar varsa kafasında abuk, hepsini de annesinden öğrendiğini biliyordu artık. Seneler içerinde Serpil’in kendini eğitmesi konusundaki çaba ve uğraşlarının boşa olduğunu anlamıştı anlamasına ya, yine de ümidini yitirmemişti Ertuğrul.
Öyle bir zamanın geleceğine, bu küçük kadının büyüdükçe ve okudukça kendine olan özgüveninin gelişerek değişeceğine inanır, ya da inanmak isterdi.



Tel: (212) 528 3314 | (532) 741 4148 | (216) 550 5078


© 2006-2012

Facebook Sayfamıza Üye Olmak İçin Tıklayın